Cehennem Yaniklari

CEHENNEM YANIKLARI

Babamı kırk yaşında ani bir kalp krizi sonrası kaybettik. Toprağa verdiğimizde on yedi yaşındaydım. Üniversite sınavı öncesi dershanede girdiğim son deneme sınavından çıkmış, sınavım iyi geçmiş olsa gerek mutlu bir şekilde evime dönmüştüm. Dershane dönüşü eve vardığımda her gün benim için itina ile hazırlanmış olan sofranın o gün kurulmamış olduğunu, işin garip tarafı annemin de evde olmadığını gördüm. Annem böyle yapmazdı hiç, haber vermeden gitmezdi bir yere. Telaşlandım, korktum. Komşu teyzenin kapısını çalmak geldi aklıma. Her şeyden haberi olurdu onun. Gelenden, gidenden, apartmana giren çıkan herkesten haberi olurdu. Kavga eden karı kocanın, çocuğu hasta olan annenin, paraya sıkışan ailenin, misafiri gelen evin haberlerini ondan alırdık. Kulağı delik derlerdi ona. Mutlaka bilirdi annemin nerede olduğunu. Kapısını uzun uzun çaldım. Ufak bir ayak sesinde bile kapıda biten komşu teyze, bu kez açmamıştı kapıyı. İyice işkillenmiştim. Sanki apartmandaki herkes gizlenmiş, bana bir oyun oynuyor gibiydi. Doğum günüm değildi bugün, on yedi küçük mumun saplandığı koca bir pastayla saklandıkları yerden çıkıp "iyi ki doğdun" demeyeceklerdi herhalde. Peki öyleyse neydi bu sessizliğin nedeni? Bir fırtına kopacaktı da son sessiz dakikalarını mı oynuyordu zaman? Babamı aramak geldi aklıma. İş yerini aradığımda onunla yıllardır aynı odayı paylaşan Kemal Amca açtı telefonu. Sesinde nedenini çözemediğim bir tuhaflık vardı. Lafı eveleyip geveledikten sonra bir çırpıda "Babanı hastaneye kaldırdılar." diyebildi sonunda. Beni iyice telaşlandırmak istemediğinden basit bir göğüs ağrısı yaşadığını, şüpheyi ortadan kaldırmak için hastaneye götürüldüğünü söyledi. Sesindeki telaş ve endişe o kadar büyüktü ki son sözlerini beni korkutmamak için özellikle seçtiğini düşündüm. Korku düşmüştü içime. Hiçbir cümle sakinleştiremezdi artık. Telefonu nasıl kapattığımı, evden nasıl çıktığımı bilmeden gözyaşları içinde koşarak babamın kaldırıldığı hastaneye vardım. Babamın ölebileceği düşüncesi bilincimi kaybettirmiş, hastaneye adım atar atmaz burnuma çarpan o keskin hastane kokusu ile kendimden geçip kusmaya başlamıştım. Çocukluktan kalma bir şeydi bu. Ne zaman korksam, ne zaman içinden çıkamayacağım bir sıkıntıyla karşılaşsam midem bulanır, kusmaya başlardım. O kadar korkmuştum ki yaşadığım endişe bir yandan, midem diğer yandan beni alt üst etmiş, hastaneye babamı görmeye giden ben, hastanelik olmuştum. Beni o halde gören bir hastabakıcı apar topar acil servise götürüp bir sedyenin üzerine yatırdı. O an ne yapıldığını hatırlamıyorum ama tansiyonumun haddinden fazla düştüğünü, kendi aralarında konuşup serum takılması gerektiğini hayal meyal hatırlayabiliyorum. Onlar beni zapt etmeye çalışırken ben, yarı bilinçli yarı bilinçsiz sedyeden kalmaya çalışıyor, "Babamı görmeliyim bırakın." diyerek kurtulmaya çabalıyordum. Serumun bitmesini beklemem gerektiği, tansiyonumun normal seyrine ulaştıktan sonra kalkabileceğim söylendi. Sedyede beklediğim o dakikalar bana hayatımın en uzun dakikalarıymış gibi geldi. Biraz toparlanıp ayağa kalktığımda bana eşlik eden hastabakıcı ile birlikte babamın yatırıldığı söylenen servise ulaştım. Annemi görebilmiştim nihayet. Koridorda öylece bekleyen annemin çaresiz bakışları, şimdi bile gözlerimin önünde. O neşeli, yerinde duramayan, gözlerinin içi gülen kadın gitmiş, yerine bir günde yirmi yaş birden yaşlanmış bir kadıncağız gelmişti. Onu bu kadar çaresiz görmemiştim hiç. Beni karşısında görünce bedeninde kalan son bir güçle boynuma atladı, kalbine akıttığı gözyaşlarını hıçkıra hıçkıra dışarı boşalttı. "Baban öldü." dedi. "Kalp krizi geçirdi ve kurtaramadılar." Bu kadar mıydı yani? Sabah gördüğüm babam,akşam yoktu.İki kısa cümleye sığdırılacak kadar basit bir sondu ölümü. Kalp krizi ve ölüm… Kırk yaşında erkenden kapıyı çalan bir ölüm… Şairin mısraları ilk kez bu kadar acıtmıştı içimi. Benim için yazılmıştı sanki:

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum. Yıkadılar, aldılar, götürdüler. Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.

Her şey mısraların anlattığı şekilde basit olmuş ve bitmişti. Yıkadılar, aldılar, götürdüler… Vedalaşamadan, elveda bile diyemeden… Yarım kaldım ondan sonra. Annem de ben de yarım kaldık. Hayatımın en zor günleriydi o günler. İki hafta sonra girmem gereken bir sınav vardı ve ben, ölüm gibi bir gerçeğe bu kadar yakın tanıklık etmişken hayatın anlamsızlığını sorgularken sınavın gereksizliğini düşünüyor, bir yıl boyunca yaptığım çalışmayı çöpe atmak istiyordum. Sınava girmeyecektim, kararlıydım. Yaşamın bir anlamı yoktu artık. Babamsız bir mutluluk hiçbir şeydi gözümde. Ben buna hazırlamışken kendimi, annem böyle bir düşünceyi aklımdan bile geçirmeme müsaade etmiyordu. Ona göre sınava girmeli ve kazanmalıydım. Üstelik bunu babam istediği için yapmalıydım. Babam ölmeden önce hep doktor olmamı istediğini söyler, o günleri görürse hiçbir şeyin onu üzemeyeceğini tekrarlar dururdu. O, bunu söylediğinde doktorluk mesleğinin çoğu anne babanın çocukları için istediği alışılmış meslekler arasında yer aldığını düşünür, bu mesleğin bana göre olmadığını içimden geçirir ama babamı üzmemek için "Sınav olsun da düşünürüz sonra." der geçiştirdim. Şimdi geçiştireceğim bir babam da yoktu. Karar verdim, sınava girecek babamın vasiyetini yerine getirecektim. Ölümün hep başkaları için olduğunu düşünen ben, babamı kaybedince anlamıştım asıl gerçeği. Bu gerçeğin üzerine gitmek için doktor olacak, insanların ölüm yolculuklarını geciktirecektim. Onlar daha fazla nefes alsın, sevdikleriyle daha fazla zaman geçirsin, daha çok gezsin, daha çok gülsün, daha çok mutlu olsunlar diye çabalayacaktım. İki hafta sonra bu tuhaf psikoloji ile sınava girdim, nasıl olduğunu bile anlamadan sınav sonuçları açıklanınca istediğim tıp fakültesine girmeye hak kazandığımı öğrendim. Annem de ben de sevinmiştik ama yarım bir sevinçti bizimkisi. Babamsız, yarım bir sevinç… Sevinmeye utanan bir sevinç… Tıp fakültesinde öğrenim gördüğüm yıllarda yaptığım stajlar sonrası, en çok çocuk hastalarla anlaşabildiğimi fark ettim. Onların hayat dolu bakışları, hiç bitmeyen umutları, ölümü sadece bir kelime olarak algılayışları, yüzlerindeki masumiyetleri, hastayken bile fırsatını buldukları ilk anda suratlarına yapıştırdıkları o saf gülümsemeleri bu kararımı netleştirmiş, zorlu tıp öğrenimimi tamamladıktan sonra pediyatri alanında uzmanlaşmaya karar vermiştim. Mesleğim konusunda şanslıydım aslında. İstediğim gibi ilerliyordu her şey. Beni babamdan ayıran hayat, bana acımış olsa gerek daha fazla yormak istemiyor, mesleğimle ilgili konularda kolaylıklar sunuyordu önüme. Pediyatri alanında ihtisas yapmaya başlamış, yine zorlu bir sürecin içine girmiştim. Bu meslekte uzmanlaşmak zordu. Kendinizle sürekli mücadele etmeniz, yorgunluk nedir bilmeden çalışmanız, bedeninize, ruhunuza ve duygularınıza meydan okumanız gerekiyordu. Bitmeyen nöbetler, konulan hastalık tanıları, tedaviler, acı çeken çocuklar, çaresiz aileler, mutluluğun ve acının aynı anda yaşandığı günler… Dengenizi kaybettiğiniz, duygularınızı karıştırdığınız zamanlar… Yoğun iş tempom ve akıp giden zaman, babamın ölüm acısını biraz da olsa hafifletmişti, onun yokluğuna alışır olmuştum. Düşününce acıtmıyordu eskisi gibi. Yardım ettiğimiz her hasta, yaşama döndürdüğümüz her çocuk, beni biraz daha hayata bağlıyor, bir insanın yaşamasına vesile olduğum için önemli hissediyordum kendimi. Ölüme meydan okuyor, babamı benden aldığı için savaş açıyordum ona. Kurtardığımız her hasta, daha fazla güçlendiriyordu beni. Ta ki asistanlığımı yaparken tanıdığım küçük hastama kadar… Hastalık tanısı henüz netleşmemiş olan küçük hastamız altı yaşında sevimli bir kız çocuğuydu. Kansızlık, kilo kaybı, eklem ağrıları, vücudundaki morarma şikâyetleri, lenf bezlerindeki şişme ve geçmeyen ateş şikâyeti ile servise yatırılan hastamız, tüm halsizliğine ve yorgunluğuna rağmen yerinde durmak bilmeyen, hastanede gördüğü her yeni şeyi sorup büyük bir merakla ne olduğunu öğrenmeye çalışan sevimli bir hastaydı. Hastanede ona eşlik eden annesi, kızının bitmek bilmez soruları karşısında o kadar yorulmuştu ki bazen sorulara cevap vermeden öylece susmayı tercih ediyordu. Arada bir küçük hastamızın babaannesi geliyor, suratını asıp gelinine şikâyetler yağdırarak hastaneden ayrılıyordu. Babaanneye göre torununun hiçbir şeyi yoktu. Kansızlığı, kilo kaybı, geçmeyen ateşi gelinin iyi bir anne olamamasından kaynaklanıyor; vücudundaki morarmalar da yaramazlık yapmasına izin vermesinden dolayı oluşuyordu. İyi bir anne değildi gelini. Oysa alt komşusunun gelini öyle miydi? Aslan gibi üç çocuk yetiştirmişti. Anne dediğin biraz otoriter, sözü dinlenir olmalıydı, kendi gelini o kadar acizdi ki tek bir çocuğuna bile bakamayacak kadar beceriksiz bir kadındı. Zavallı kadın, minik kızının şikâyetleri bir yandan, memnuniyetsiz kayınvalidesinin hakaretleri diğer yandan arada kalmış, çaresizce gözlerimizin içine bakarak hastalığın ne olduğunu bulmamızı bekliyor, tedavinin başlaması için sabırsızlanıyor, âdeta gözleriyle yardım dileniyordu bizden. Küçük hastamızın şikâyetleri kafamıza bazı hastalık adlarını getirse de kötü ihtimalleri düşünmek istemiyorduk. Kesin tanı için günde iki kez olmak kaydıyla tam kan sayımı yapılıp beraberinde periferik yayma alınarak kan hücrelerinin durumu hakkında bilgi edinmeye çalıştık. Üzerinde en fazla yoğunlaştığımız hastalığı bertaraf etmek adına hastamıza uygun anestezik ilaçlar verdikten sonra steril şartlar altında kalça kemiğinden kemik iliği örneği alıp tahlile gönderdik. Bu işlemler yapılırken küçük hastamızın gözündeki korku, çaresizlik, annesinin elini sıkı sıkı tutup yardım istemesi, tüm ağrılarına rağmen geri kalan gücüyle gördüğü her yeni aletin, her yeni ilacın ne olduğunu sorması içimi her defasında biraz daha acıtıyordu. Yapılan tahliller sonrasında hastalık tanısı netleşmiş, korktuğumuz sonuçla karşılaşmış, üstelik bu haberi aileye söyleme şansızlığı ile görevlendirilmiştim. Hastalığı söylerken hangi kelimeleri seçeceğimi bilemiyordum. Bazı kelimeleri yumuşatıp acıtmadan söylenebiliyorken insan, sonunda ölüm olan bir hastalığın adını yumuşatarak söyleyebilme imkânını bulamıyordu nedense. Hem ben hayatı süslemeyi bırakalı çok olmuştu. Gücümü toplayıp aileye durumu anlatmaya başladım. Küçük hastamızda akut lenfositer lösemi dediğimiz bir hastalık olduğunu, bu hastalığın anne karnında röntgen ışınlarına maruz kalma, radyasyon, bazı kimyasal ajanlar, kötü beslenme, bazı doğumsal hastalıklar, genetik faktörler gibi tek bir sebebin değil, birçok sebebin bir araya gelmesi sonucu oluşabileceğini, hastalık tedavi edilmezse ölümle sonuçlanabileceğini ve bir an önce tedaviye başlamamız gerektiğini anlattım. Teşhisi duyan aile anlattıklarım karşısında gözlerimin önünde yıkılıverdi. Annemin yıllar önce hastane koridordaki çökmüş, yaşlanmış hali geldi gözlerimin önüne. "Anlıyorum sizi!" demek istedim. "Anlıyorum acınızı, anlıyorum canınızdan çok sevdiğiniz bir parçanın ölüm karşısındaki çaresizliğini…" Diyemedim, sustum ve neden sonra "Onu kurtaracağız emin olun, ona bir şey olmayacak, mutlaka kurtaracağız." dedim. Neden böyle bir şey söylemiştim ki bilmiyorum; ama o merak dolu gözlerin sonsuza dek kapanmasına razı olamazdım. O kurtulmalıydı ve kurtulacaktı. Bu düşünceye inandırdım kendimi. Kötü son olmayacaktı. Babam gibi ölmeyecekti o… Küçük hastamızın hastalık tanısı netleştikten sonra kemoterapinin geciktirilmeden başlanması kararı alındı. Hastamızın yaşına, vücut ağırlığına, lösemi tipine göre ilaç adları ve dozajları belirlendi. Bizim için zor bir süreç başlıyordu. Kullanılacak ilaçların çok fazla yan etkisi çıkmasın diye dua ediyordum Tanrı'ya. Karşımda duran bu zayıf bedenin verilecek onca ilacı kaldırabilmesi için dua ediyordum. Zavallı yavrucak itiraz etmeden alıyordu ilaçlarını. Tedavinin ilk zamanları ilaçlarını itiraz etmeden alan küçük hastamız, ilerleyen günlerde ilaçların etkisi ile iştahını kaybetmeye, daha fazla yorulmaya, halsiz düşmeye başlamıştı. Saçlarının döküldüğünü görünce ağladı. Ona daha güzel saçlarının çıkacağını söyledik, kıvır kıvır güzel saçlar… Saçlarının kıvırcık olmasını istediği için bu pembe yalan ona heyecanlı gelmiş, yeni çıkacak kıvırcık saçlarının hayalini kurup üzülmeyi bir kenara bırakmıştı. Saçlara da çare bulmuştuk ama mide bulantısı ve kusma şikâyetleri geçmek bilmiyordu. Zavallı yavrucak ilaçları görünce ağlamaya başlıyor, yeniden kusmaktan korkuyordu. Kemoterapi başladıktan sonra babaannenin ziyaretleri artmaya başladı. Torununun yanına gelen babaanne, ilaçlarını alması konusunda ona baskı yapıyor, ilaçlarını almazsa öleceğini söylüyordu. Bir gün yine yaptığı bir ziyaret sırasında tehditlerine şahit olmuş, "İlaçlarını almazsan ölür, cehenneme girer ve cayır cayır yanarsın." dediğini duymuştum. Gelini bu cümleye bozulup onu uyarsa da kayınvalide kendinden emin ve ne yaptığını bilen bir tavırla savunmasını yapmış, eğer böyle konuşmazsa çocuk üzerinde etkili olamayacağını söylemişti gelinine. Ona göre etkili olmanın, dinlenir olmanın yolu korkutmaktan geçiyordu. Ölüm nasıl söylenirdi ki bir çocuğa, hele de babaannesi tarafından? Hem hangi düşünce ile zavallı, masum bir çocuğa cehenneme girer, cayır cayır yanarsın diyebilirdi ki insan? Hangi duygusuzlukla, nasıl söylenirdi? Babaannenin ziyareti bitip gittikten sonra akşam ilaçlarını kontrol için servisteki nöbetçi hemşire hanımla küçük hastamın yanına gittim. Bütün güçsüzlüğüne, halsizliğine rağmen zavallı yavrucak sözlerin tesirinden hala kurtulamamış olsa gerek yüzüme bakıp "İlaçlarımı almazsam ölür, cehenneme gider ve cayır cayır yanar mıyım?" diye sordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. O an babaanneyi bulup söylediği bu sözlerden dolayı ona bağırmak, "Böyle eğitim olmaz!" demek gelmişti içimden. "Hayır, günahsız masum bir çocuksun sen, merak etme cehennemde yanmazsın. Hem sen ölmeyeceksin ki daha çok yaşayacaksın sen." dedim elini tutarak. Elimi tutmaya bile gücü yoktu. "Yanmam değil mi doktor abla?" dedi tekrarlayarak. "Hayır yanmazsın." dedim. Küçük hastamızı özel bir odaya almıştık. Bağışıklık sistemi zayıfladığı, hastalıklara karşı direnci düştüğü için steril, mümkün olduğunca korunaklı bir ortamda tedavisini sürdürmeye başladık. Odaya giren çıkan herkes bu koşullara dikkat ediyor, küçük hastamız iyileşsin diye elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bütün koşulları en uygun şekilde düzenlemiş, hastamızın yaşaması için ne gerekiyorsa yapmıştık. O iyileşecekti, her şey yolunda gidiyordu. Her şey kuralına göre yapılıyordu. Bilim her şeyi çözerdi. Ama planlarımız dışında gelişen bir durum vardı. Küçük hastamız ilaçlarını alıyor ancak ne yaparsak yapalım yaptığımız tahlillerde istediğimiz sonuçlara ulaşamıyorduk. Kanser hücreleri yok edilemiyor, yaptığımız uzun tedaviye rağmen istediğimiz noktaya gelemiyorduk bir türlü. Biz, canla başla çalışırken meraklı küçük hastamız da sorularına durmak bilmeden devam ediyordu. Mutlu oluyordum bu soruları duyunca. Onun soruları hâlâ bir umut ışığımızın olduğuna inandırıyordu beni. "Ne zaman bitecek bu ilaçlar, ne zaman çıkıp dışarıda oynayacağım, ne zaman bebeklerimi alacağım elime, okula ne zaman başlayacağım?" gibi bitmek bilmeyen bir sürü soru soruyordu. Arada bir kendini iyi hissedince odadan çıkıyor, hemşire ablalarının yanına geliyor, onlara ilaçların adlarını, ne işe yaradıklarını sanki işine yarayacakmış gibi büyük bir dikkatle soruyordu. Bir gün yine odasından çıkıp yanımıza gelmiş, "Burada yanık için bir ilaç yok mu?" diye sormuştu. "Yanık için ilaç mı, ne yapacaksın ki sen onu? Bir yerin mi yandı senin?" diye gülerek cevap vermiştim. Sonra ilaç dolabında duran Silverdin kremi elime alıp ona göstermiş, "Eğer bir yerin yanarsa bunu sürer acısını hafifletiriz." demiştim. Hiç beklemediğim bir şey daha sormuştu. "Peki doktor abla bu krem cehennem yanıklarını da iyileştirir mi?" Duyduğum soru karşısında beynimden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi ona bakmış, "Nereden çıkarıyorsun bunları, sen ölmeyeceksin. Sen yaşayacaksın. Cehennem sana çok uzak yavrucuğum." demiş, alıp yatağına götürmüştüm onu. Zavallı çocuk babaannesinin sözlerine o kadar takılmıştı ki gerçekten ölüp cehenneme gireceğini ve cayır cayır yanacağına inanmıştı. Hastamızın tedavisi bir yılını doldurmuştu. Kemoterapinin yanında radyoterapiye de başlamış ancak koca bir yıl geçmesine rağmen istediğimiz sonuçlara ulaşamamıştık. En sonunda küçük hastamıza uygun donörden alınacak kemik iliği naklinin yapılmasına karar verdik. Arayışlarımız başlamıştı. Ailedeki herkes kontrol edilip uygun doku bulunmaya çalışılıyor, mevcut kemik iliği bankalarındaki dokuların uygunluğu kontrol ediliyordu; ancak tüm uğraşlarımıza rağmen uygun dokuyu bulamamıştık. Ailesi o kadar çaresizdi ki çocuklarını yaşatmak için yeni bir çocuk sahibi olmayı bile düşünüyorlardı, belki de doğacak bebeklerinin kemik iliği biricik yavrularına uyardı. Bir ay sonra çaresiz annenin hamile kaldığını öğrendik. Küçük hastamızın bir kardeşi olacaktı. Belki de onun kahramanı olacaktı doğacak kardeşi. Bütün umutlarımızı yeni kardeşe saklamış, bu arada tedaviye devam ediyor, kemik iliği bankalarından gelecek uygun donörün bulunması için de dua ediyorduk. Yedi ay geçmişti. Küçük hastamız iyice zayıflamış, halsizlikten yatağından çok az çıkacak duruma gelmiş ve artık eskisi gibi sorular soramaz olmuştu. Yeni sorular sorsun istiyordum. Sormalıydı, sormalıydı ki ben hâlâ yaşamak için bir nedenim olduğuna inanmalıydım. Küçük kız yeni sorular sormalıydı… İsyan etmeliydi, bağırmalıydı, kızmalıydı, kapris yapmalıydı, istediği oyuncak alınmadı diye mızmızlanmalıydı, bir şey yapmalıydı. Çocuk olmalıydı o. Doğacak yeni kardeşini beklemeliydi, elini tutmalıydı onun. "Hangimizi daha çok seviyorsunuz?" diye sormalıydı ailesine. Onu kıskanmalıydı belki. Yaşamalıydı yani. Dokunmalıydı bize. Terk etmemeliydi dünyayı… Genç kadın gebeliğinin yedinci ayını doldurmuş bir an önce çocuğunun dünyaya gözlerini açacağı günlerin gelmesini bekliyor, yeni bebeğinin biricik kızına umut olmasını diliyordu. Gebeliğin son bir ayına girmiştik. Minik hastamız iyiden iyiye kötüleşmişti. Artık pencere kenarına oturup kuşları izlemeye, elinde balonlar neşe ile koşturan çocuklara bakmaya, yağan yağmura, gökkuşağına, açan çiçeklere, dökülen yapraklara bakmaya bile takati kalmamıştı. Öylece yatıyordu. Sessiz ve çaresiz… Elimden hiçbir şey gelmediği için kızıyordum kendime. O benim umut ışığımdı. Konuşamıyorduk, babaanne bile susmuştu, gözlerimizle anlaşıyorduk yalnız. Sanki bir kelime söylesek büyü bozulacak, beklenen kötü sonun gelişi hızlanacaktı. Susup beklemekti en kolayı. Susmak ve beklemek… Suskunluğumuz nöbetçi olduğum bir hafta sonu bozuldu. Daha önce çok tanıdık olan bir sessizlik vardı serviste. Fırtına öncesi sessizlik değildi, gecenin huzur veren sessizliğiydi duyulan. Servisin deskinde oturmuş elimizdeki işleri tamamlamaya çalışırken küçük hastamızın odasından gelen bağrış sesiyle yerimizden fırladık. Alışkındım bu seslere ama hiçbir bağrış bu kadar acıtmamıştı içimi. Yerimden fırlayıp odaya koştum. Zavallı anne "Kızım nefes alamıyor doktor hanım, kızım nefes alamıyor." diye avazı çıktığı kadar haykırıyordu. "Sakin olun bir şey yok, dikkat edin kendinize hamilesiniz siz, oturun lütfen." deyip küçük hastamıza bakmaya koyulduk. Zavallı yavrucak nefes alamıyordu. Elleri, avuçları birbirine sıkı sıkı kenetlenmiş, hareketsiz, öylece kaskatı duruyordu yatağında. Yaptığımız hiçbir hayata döndürme girişimine cevap vermiyordu bedeni. "Bir daha, bir daha!" diyordum. "Bu kez dönecek, bu kez nefes aldığını duyacağız." diyordum ama nafile. Küçük hastamız nefes alamıyordu. Beni yanıltmıştı. Umutlarımı yok etmişti. Aramızdan ayrılmıştı. Tek kelime ile ölmüştü. Haksızlıktı bu… Ölüm bu kadar kolay olmamalıydı onun için, yeni kardeşi gelecekti, umut ışığı gelecekti, kahramanı gelecekti, dayanmalıydı, nefes almayı sürdürmeliydi,yaşamalıydı o… Yaşamadı, bir anda uçtu ve gitti. Ben başucunda öylece bakarken yüzüne solgun yüzü aydınlanmaya başladı, kaskatı kesilmiş bedeni, bütün gücüyle sımsıkı kapattığı avuçları çözülmeye başladı yavrucağın, işte o an mideme yine o sebepsiz sancı saplandı, kendimi lavaboya atmak için koşturmaya başladım. Minik yavrucağın çözülen avuçlarından yere "Silverdin" krem düşmüş öylece bana bakıyordu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder