Nefis Terbiyesi

NEFİS TERBİYESİ

Muhterem Mü'minler!

Okuduğum ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır."

Okuduğum hadis-i şerifte ise Resulüllah (s.a.s) şöyle buyuruyorlar: " Allah'ım huşû duymaz bir kalpten, kabul olunmayan duadan, doymak bilmeyen nefisten, faydası olmayan ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."

Değerli Mü'minler!

Yüce Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış, ve çeşitli yeteneklerle donatarak diğer varlıklardan daha şerefli bir konuma yükseltmiştir. İnsanın bu şeref ve haysiyetini korumasının yolu ise nefis terbiyesinden geçmektedir. Mü'minin görevi nefsini, kendisine ve başkasına zarar vermekten alıkoyacak bir eğitim sürecinden geçirmektir. Bunun yolu da Yüce Kur'an'ın ışığında bir hayatı tercih edip onu ilahi rızaya götürecek yola yönlendirmek ve sağlam bir istikamete sevk etmektir. Mü'min Allah'ın bahşettikleriyle mutmain olduktan sonra varacağı yer, nimete kavuşan kulların makamı olacak ve Yüce Mevla kendisine şöyle hitap edecektir: "Ey huzur içinde olan nefis! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir." Gayemiz nefsimizi bu ilahi iltifata layık hale getirmek olmalı. Yüce Yaratan tarafından haydi cennetime gel davetini almak ne büyük bir hazinedir.
Kullarım sıfatına mazhar olmuş cennet ehliyle beraber olmak ne büyük bir saadet! Şu fani dünyanın helak edici cazibesinden nefsi kurtarmak ne büyük bir muvaffakiyettir. Ve bunun farkında olmak ne büyük bir bahtiyarlıktır.

Değerli Kardeşlerim!

Hayatımızı emirleri ile yönlendiren Kerim kitabımız aldığımız gıdadan konuştuğumuz kelimelere kadar her anımıza dikkat etmemizi emretmekte ve bizi şöyle uyarmaktadır: "Ey İman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın! Kim şeytanın adımlarına uyarsa bilsin ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti olmasaydı sizden hiç biriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediği kimseyi temiz kılar. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir"

Kıymetli Kardeşlerim!

Nefisle uğraşmak zor ve meşakkatli bir iştir. Her an bizimle beraber olan, sürekli hazlarımıza ve duygularımıza hitap eden, günahları süslü gösteren en büyük bela ile karşı karşıyayız. Nefsî kötülükler hayatımıza; kibir, riya, öfke, haset, mal ve makam sevgisi, şöhret tutkusu gibi kötü sıfatlarla yansımaktadır. Nefis ile mücadelede bir mürşid-i kamile ihtiyacımız vardır. O da Kur'an'ı bize tebliğ eden ve Kur'an'ı yaşayan Allah'ın Kutlu elçisidir. Kur'an'ın ışığında ve onun izinde takip edeceğimiz yol bizi cennete ulaştıracaktır. Ne güzel buyuruyor Yüce kitabımız: "Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz, onun varacağı yer cehennemdir. Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır."

Hutbemizi Efendimizin (s.a.s) şu dualarıyla bitirelim: "Allah'ım nefsime takvasını ver ve onu arındır. Nefsi temizleyenlerin en hayırlısı sensin. Onun velisi ve Mevla'sı sensin.Allah'ım senden rahmetini umuyorum. Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma! Bütün işlerimi ıslah eyle! Senden başka ilah yoktur."

İnsan Olmek İcinmi Dogar

İNSAN ÖLMEK İÇİNMİ DOĞAR

Bizler hiç ölmeyecekmişiz gibi sarıldık bu dünyaya. Bir gün bu dünyadan ayrılacağımızı hiç düşünmedik. Daha doğrusu aklımıza dahi getirmedik ölümü. Her geçen gün bu dünyaya daha da ayrı bir muhabbetle bağlandık. Nefsimiz ne istediyse bedenimiz hep yerine getirdi. Lakin saçlarımız ağardı, tenimiz kırıştı, belimiz büküldü, gözlerimiz o keskin bakışla uzun mesafeleri görürken artık önümüzü dahi göremez olduk. Kimisi hırsları ve kinleri yüzünden bu dünyayı cehenneme çevirdi, Kimisi yaratanı bilmek ve onu bulmak maksadıyla dünyasını cennete çevirerek ebedi hayatın kapılarını araladı. Kısada olsa amacım ölümün yok olmak manasında olmadığını, aksine varoluştaki başlangıcı, ebedi hayata geçiş kapısını aralamak olduğunu, yüce yaratana kavuşmadan önce bu fani dünyada Mevla'yı bilmek, bulmak ve onun sonsuz rahmet denizlerindeki nimetlerinden istifade etmek olduğunu sohbet ortamında insan hayatının geçmiş ve geleceğine şöyle bir bakmaktır. Peki, ölümsüz olmak için ne yapmak gerekir?: Yıllar önce kalp ameliyatı olan bir bayanın anılarını hiç unutmadım. Kalp ameliyatı olan bir bayanın kalbinin yerine plastik bir kalp takılıp makineye bağlayarak uzun bir süre hayatını idame ettirmişti. Kadın yoğun bakımdan odasına geçtiğinde, kendisini ziyarete gelen dostlarına şu ifadeleri kullandı. Hayatımda yaşadığım sevinçler, üzüntüler, duygular bir an olsun gözümün önünden geçti. Bu yaşadıklarımı daha önce vücudumun etten bir parçası olan kalbimde yaşar zannederdim. Kalbimin çıkartılıp başka bir kalp takılınca baktım ki aynı hisleri yine yaşıyorum. Anladım ki bu hisler et olan bedenle değil ruh olan o yüce maneviyatımızda gönül adresinde yaşıyormuşum da haberim yokmuş. Allah Zülcelâl Hazretlerine yakın olabilmek için herşeyden önce yeryüzünde yaratılanların en mükemmelini bulmamız gerekir. Cengiz Numanoğlu beyefendi'nin Natı Şerifinde geçen "Arş'ın kubbelerine, adı nurla yazılan, ismi; semada ''Ahmet'', yerde'' Muhammed'' olan, Yedi katlı göklerde, Hak Cemali'ni bulan, Evvel-Âhir yolcusu, Yâ Hazreti Muhammed" Mustafa (s.a.v) den başkası değildir bu mükemmel insan. İnsanoğlunun nefsi yaratılış itibariyle; zevk ve sefa içinde bir hayat sürmek ister. Sonunu hiç düşünmek istemez. Kuran'ı Azimüşşan'da Allah Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurur; "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir."(Enam; 32 ayet) Ama kul bunu unutur ve dünyaya hayatının hülyasına dalar gider. "Ten fanidir can ölmez, ölenler geri gelmez, ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil... ! der aşıklar sultanı Yunus Emre Hazretleri. Özgürlüğün ne olduğunu bilmesek, ölüm insana ne zor bir acıdır. Ruh bedene yapışırda, ondan ayrılmak istemezse işimiz o zaman zordur. Hâlbuki ten denen etimiz kabire bırakıldığında, ruh dışarı çıkar ve ebedi hayata yani hürriyetine kavuşur. Bedende bulunduğu yerde çürür gider. Yani Topraktan geldik toprağa gideriz beyitinde olduğu gibi. Hazreti Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri bu gerçeklerin farkına vardığında "Öldüğüm günü doğum günüm kabul edin" diyerek kendi yolunda yürüyen insanların kalplerine su serpmiştir. Rabbim bizlere de böyle güzel doğum günleri nasip eylesin inşallah. Edepli olmak çok büyük bir nimettir. Asla kimsenin hakkında ön yargılı ve art niyetli olmamak lazım. Kimseyi imtihan etmeyelim ki imtihan olmayalım. İyi niyetli olup açık aramayalım, Kimseyi hakir görmeyelim. İnsanları samimiyetle karşılayıp samimiyetle uğurlayalım. Hayatta yaşadığımız olayları iyi tarafından yorumlayıp insanları bölen değil birleştiren olalım inşallah. Gelelim asıl konumuza; Ruh, nefis, beden üçlüsünün tamamı insan olmanın sırrını gerektirir. Allah Zülcelâl Hazretleri "Bilinmeyi murat ettim, nurumdan Muhammed'i yarattım. Muhammed'in nurundan da insanı yarattım" diye bir hadisi kutside buyuruyor. Allah neden bilinmeyi murat ettiğini sahip olduğumuz akılla bilemiyoruz. İnsan olarak ancak bilinmesi gerektiği kadarını bilebiliyoruz. Muhammed'in nurundan yaratılan insanoğlunun ruh'udur. Bu yüzdendir ki Ruh temiz ve paktır. Ruh'un görevi de Galu belada Rabbimize verdiğimiz sözü yerine getirmektir.
Nefis ise kâfirdir. Yemeyi içmeyi zevki sefayı çok sever. Dünyanın hülyası onun için yaratılmıştır. İnsan ruhunu Allah Zülcelâl Hazretlerine itaat etmemesi için elinden gelen her türlü gayreti sarf eder. Beden ise; ruh'un ve nefsin hangisi daha üstünse onun isteklerini yerine getirerek bir ömür tüketir onların yolunda. Görevini tamamlayınca da toprak altında çürür ve toprak olur gider.Kur'anı Azümüşşanda nefis terbiyesiyle ilgili yani "SEYRİ SÜLÜk" la alakalı konular geçmektedir. Ölümsüzlüğü bulabilmek için SEYRİ SÜLÜk yolundaki makam ve mertebelere şöyle bir bakalım. Nefsin istedikleri; şöhret, beğenilme, gurur, kibir, haset, kin, nefret gibi duyguların negatif olarak bulunduğu makam Nefs-i Emmare' dir (Kötülüğü emreden nefistir) İnsanın ruhu Nefs-i Emmare ile mücadeleye yavaş yavaş başlar ve üzerindeki tüm kötülükleri atar. Artık nefsini kendine uydurmaya başlamıştır. Bu makam Nefs-i Levvamedir. Kendisini kınayan, hesaba çeken makamdır. İnsanın hayatında negatif olarak yaşadıklarını pozitife çevirme şeklidir. Bu makamdan sonra kulun kalbine ilahi ilhamlar gelmeye başlar. Nefs-i Mülhime makamı ise müminlerden âlim olanların nefsidir. Aslında kulun kalp gözü de bu makamda açılmaya başlamıştır. Levhi Mahfuzda yazılı olan ilimler yani tecelli yat kulun kalbinin üzerindeki perdenin kalkmaya başlamasından dolayı, yavaş yavaş kişinin gönül duvarına nakş edilir. Kişi Hakka ve Hakkın yarattığı yeryüzündeki tüm varlıklara karşı ayrı bir muhabbet duymaya başlar. Hikmet ve Muhabbet ilimlerindeki incelikleri bu makamda öğrenmeye başlar. Hani âşık Yunus der ya "Yaratılanı severiz, yaratandan dolayı" bu sözde Yunus Emre'nin bu makamlarda kalp gözünün açıldığından dolayı söylediği muhabbetli sözlerden birisidir. Bu makamda muhakkak bir öğretmen, öğretici yani yolun ustası şarttır. Zira kalbe gelen ilhamların ilahi bir ilhammı, yoksa şeytani bir ilhammı olduğunu anlayabilmek için yolun ustasından ders almak önemlidir. Sen senin olmazsan tüm dertler biter,Varını yoğunu mürşidine ver,Ustanın elinde kütük ol yeter, Teslim olan zarar etmez kurbanım…. diyen Serdar TUNCER beyefendinin yazmış olduğu satırlarda gizlidir. İnsanın huzur bulup herşeyden tatmin olduğu makam ise Nefs-i Mutmain makamıdır. Arkasından gelen makam ise Nefs-i Raziye'dir. Yani Rabbinden gelen herşeye rıza göstermek anlamındadır. Hemen arkasından ise Nefs-i Marziye, kendisinden hoşnut olunan makam gelmektedir. Nefs-i Safiye yani saflık makamı dediğimiz bu makam ve mertebe peygamberlik mertebesidir. Bu makamdan bahsetmek bile doğru değildir. Bu makamda bütün vücut, akıl, ruh, nefis hep nur olur. Onun için Efendimiz (s.a.v.) gölgesi olmamıştır. Adem aleyhisselâm bu nur sayesinde bütün eşyayı bildi. Her çocuğuyla ayrı lisan ile konuştu. Melekler ise eşyayı bilemediler de, acizliklerini itiraf ettiler. Cenabı-ı Hakk' dan, dileğimiz bu hazinelerden bazılarını bizlere tattırmayı nasip etsin inşallah. Sözün kısası, ölmek için doğmayı değil, ebedi hayata geçiş için doğanlardan olmayı nasip eylesin Rabbim. Bu sırlı makamların sırrına erişerek "Ölmeden önce ölünüz" hadisi şerifindeki hikmetleri de kalbimize nakşetmeyi nasip eylesin alemleri muhabbet üzerine yaratan yüce Mevla'm.

Son Halka

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillâhi Rabb'il Âlemin. Ve sallallâhu ve selleme ala seyyidina Muhammed. Ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn.

Aziz Mü’minler;

Dinimiz İslam, hepimizin bildiği gibi hayatı kuşatan ve insanı hiçbir alanda başıboş bırakmayan kuralların bütünüdür. Ticaretten siyasete, ekonomiden ziraata, evden caddeye varıncaya kadar nerede insan varsa orada İslam’a ait bir kural muhakkak vardır. İslam, bütün bu kuralların hepsinin bulunduğu bütünün adıdır. Birini çekip çıkardığınızda İslam’ın bütünü bozulacağı gibi İslam adına yapılan işlerden herhangi biri de tek başına İslam değildir. Kıldığımız namazdan, tuttuğumuz oruçtan, okuduğumuz Kur’an’dan, ibadet olarak yaptığımız her şeyden bir örnek bulmamız mümkündür. Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin gelecekte ortaya çıkacak diye haber verdiği ve zamanla beraber ortaya çıkan hakikatlerden birisi de dinimiz İslam’ın Müslümanların içinde de bir dağılma göstereceğidir. Maalesef Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin bu konuda vermiş olduğu bilgi artık gözümüze çarpmaya, ayağımıza takılır olmaya başlamıştır. Gerek karşılaştığımız dünya olaylarında ve gerekse bizim iç hayatımızda, Müslümanlığımızda ortaya çıkan söz konusu sıkıntılar hadisi şerif kitaplarında kalem kalem zikredilmiştir bundan asırlar önce. Peygamber aleyhisselam efendimizin geleceğe dair kendisinden asırlar sonrası için verdiği bilgilerden bir tanesi de değerli kardeşlerim; İslam’ın adeta halka halka olan birbirini bütünleme durumundaki ibadetlerinden ve emirlerinden dağılmaların ve kopmaların olacağı bilgisidir.
Peygamber aleyhisselam efendimiz bize kadar ulaşan bir hadisi şerifte buyuruyorlar ki: “İslam’ın halkaları bir bir dağılacaktır. İlk dağılan, kopan halka da siyaset halkası olacaktır. Her halkalardan biri koptukça insanlar diğer halkaya yapışacaklar, o kopunca öbürüne yapışacaklar, o kopunca öbürüne yapışacaklar. En son namaz kalacak.” Buyurmuştur.

Değerli Kardeşlerim;

Bu hadisi şerifi bir mucize de kabul edebiliriz. “Nasıl gerçekleşmiş söylediği şey” diye bir araştırma konusu da yapabiliriz kendimiz için. Böyle olmuş mu gerçekten? Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz Medine’den bu dünyaya veda ederken Müslümanlık olarak bıraktığı şeyleri liste halinde çıkaralım. O bıraktığı şeylerden bugün “işte Müslümanlık budur” diye herkesin gözüyle görebileceği “namazdan başka ne kalmıştır” soruverelim. Karşımıza araştırma konusu olarak çıkacaksa bu hadisi şerif onu hep beraber araştıralım. Ne kalmıştır? Mucize ise zaten her sözü bir mucize olan Peygamber aleyhisselam efendimiz büyük bir hakikate bizi araştırma konusu olarak muhatap tutmuştur.

Değerli Kardeşlerim;

Şu kıldığımız namaz, Allah’ın emirlerinden bir emir olması bakımından şüphesiz İslam’ın, dinin direği, ibadetlerimizin en büyüğüdür. Bu açıdan namazı ele almak istemiyorum şimdi. Ama şu hadisi şerifte: “İslam’ın halkaları bir bir dağılacak, ilk kopan halka siyaset halkası olacak, son namaz kalacak.” şeklindeki hadisi şerifi, bu hadisin perspektifinden ele alalım. Bir Müslüman olarak bugün kıldığımız şu namazımızın İslam’ın en büyük emri olarak yaptığımız bir ibadet olmasını bir kenara koyalım, zaten bunu bu şekilde biliyoruz. Ama bu hadisin penceresinden de bakalım. Allah’a imanımız olan, dinimizin adı olan, İslam olarak elimizde bulunan şu namazın gitmesi hâlinde İslam ile bağımızın ne olacağını bu hadisi şeriften anlamaya çalışalım. Bizim kıldığımız sadece bir ikindi namazı değildir. Bizim kıldığımız Allah ile Müslümanlık adına bağımızın son resmi halkasıdır. Elimizden ve alnımızdan seccademiz alınıp namazsız kaldığımız zaman sadece bir ibadeti bırakmış olmayacağız. Ümmet olarak, ahir zamanda yaşayan Allah’ın mü’min kulları olarak, "Müslüman" diye kendimizi ortaya koyabileceğimiz yegâne belgemiz olan namazı kaybetmiş olacağız. Bu bizim son gemimizdir âdeta. Kendimiz namaz kılarken bu düşünce ile namazı eda ettiğimiz zaman “bari son gemiyi batırmadan bu okyanusu aşıp Allah’a gidelim” diye düşünmüş oluruz. Çocuğumuza namaz öğrettiğimiz zaman; evet, İslam adına yapılacak en önemli işi öğrettik muhakkak. Bunda bir sıkıntı yok ama çocuğumuza namazı öğretinceye kadar da bizi hareketlendirmesi gereken duygu şu olmalıdır:
Bu zamanda namaz, bir insanın Müslüman olduğunu belgeleyen son belgedir. Çocuğuma namaz dahi veremediysem İslam namına, Müslümanlık namına verebileceğim son şeyi kaybettim demektir. Bir insan iş ortağından, komşusundan, arkadaşından dostuna kadar kendisine bir yoldaş, arkadaş seçtiğinde, eş adayı seçtiğinde namazının varlığı veya yokluğunu Müslümanlık adına bulunacak veya bulunmayacak son simge olarak görmek zorundadır. Bu nedenle biz Müslüman olarak Peygamber aleyhisselam efendimizin şu mübarek bilgisini dinledikten sonra bir insan için, çocuğumuz veya arkadaşımız olan bir insan için: “Namazı yok ama çok iyi bir insandır, çok iyi Müslüman’dır. Namazı yok o kadar” diyemeyiz çünkü namaz bir Müslüman’ın kaybedebileceği son yetki belgesidir. Onu kaybettikten sonra: “namazı yok ama çok değerli bir insan” olamaz. İnsan olarak gözü, kulağı, beyni açısından olabilir. Allah’a İslam adıyla teslim olmuş, Müslüman bir insan olarak konuştuğumuz insanlar için namazdan sonra namaz çapında referans alabileceğimiz bir belge yok, Allah’a göre, Peygamber’ine göre Namazı hangi gözle görmemiz gerektiğini anlatıyor sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz. Ümmet’imizin tarihine girmek istemiyorum ama şöyle ya da böyle siyaseti kaybettiğimiz günü hepimiz hatırlıyoruz. Müslümanların zekâtı, orucu nasıl kaybettiklerini, nasıl evlere ve gönüllere sıkıştırıp bıraktıklarını biliyoruz. Alenen ve hâlâ ezanları şehirleri inletecek şekilde devam eden namazımız vardır. Elhamdülillah… Oruç gizli bir ibadettir, kimsenin Müslümanlık belgesi olarak kullanılamaz. Hasta olduğundan, yolcu olduğundan, bir nedenle oruç tutmuyor olabilir. Oruç özürleri olan bir ibadettir. Hac ibadeti de serbest zamanda yapılan bir ibadettir. Zekât da insanların cepleri izlenemediği için kimin, ne zaman yaptığı belli olmayan bir ibadettir. Müslüman olarak özür beyan edemeyeceğimiz, ya var veya yok olan yegâne ibadetimiz namazımızdır ve namazı simgeleştiren camilerimizdir, seccademizdir, tespihimizdir, takkemizdir. Namaz ne olarak gözümüzde görünüyorsa odur. Abdesttir, taharettir, namazla bağlantısı bulunan her şeydir. Buradan hareket ederek, bir Müslüman olarak namaz konusunda bu yaşadığımız çağda, hangi hareket noktasından hareket etmemiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. Namazı, mesela; zekât gibi çok değerli bir ibadet olarak göremeyiz. Namazı, mesela; hayır yapmak, fakirleri doyurmak, dul kadınlara nafaka vermek gibi mübarek bir iş göremeyiz. Namazı, hatta ve hatta cami yaptırmak olarak da göremeyiz.
Namaz, sadece sadece namaz olabilir. O da Müslümanlık veya değil noktasından başka hiçbir şeyle izah edilemez. Bir insan Müslüman olduktan sonra her şeyini kaybedebilir, yeter ki namazını kaybetmesin. Bir Müslüman alkol müptelası da olabilir, yeter ki "namazsız" diye damga yemesin. Müslüman hırsızlık gibi bir suç da irtikâp edebilir ama aylar geçtiği hâlde camiye uğramayan bir insan olarak kaydetmemelidir melekler onu. Çünkü hırsızlıktan alkole vs.ye kadar bütün suçlar, nihayetinde Müslüman’ın bile işleyebileceği ve sonra temizlenebilecek suçlardır. Hırsızlıktan dolayı bir insan dinden çıkmış varsayılmaz. Herhangi bir suç için bu kural geçerlidir ama namaz öyle değil. Namaz yoksa eldeki son belge de kaybolmuş demektir. Kendimiz için, neslimiz için, insan olarak sorumluluğunu taşıdıklarımız için, herkes için geçerli bu.
Bir mü’min, namazı bu mantıkla gördüğü zaman İslam olarak yaşama şuurunu iliklerine kadar hisseder. Bizden önceki nesil, Müslümanlığını bu şekilde yaşadı. Ashabı kiram, Allah onlardan razı olsun Müslümanlığı namaz olarak anladılar. İbni Abbas-ashabı kiramın büyüklerinden-ikinci halifemiz, cennetle müjdelenmiş olan Ömer bin Hattab’ın, bir sabah namazını kıldırırken arkadan hançerlenerek yaralanıp, sal yapılıp, evine götürüldüğü sahneyi anlatıyor. -Her halka gider, namaz gitmez” mantığını izah etmek için örnek vermeye çalışıyorum.- Diyor ki İbni Abbas: “Ömer’i evine götürdük.” Sal yapıp evine götürmüşler. Hançer yemiş kanı boşanmış. “Ömer bayıldı mı ayıldı mı anlayamadık. Öldü mü fark edemedik.” Biri demiş ki. Dikkat ediniz arkadaşlar. Bakınız, Müslümanlığın ilk örneklerinin namaz seviyesine bakınız. "Öldü mü Ömer, ölmedi mi" onu merak ediyorlar. Demiş ki biri: “Arkadaşlar uğraşmayın. ‘Namaz vakti geldi, Ömer!’ Diye bağırın. Ölmediyse uyanır, uyanmazsa anlayın öldü.” demiş.
Sabah namazı kıldırılırken ve kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mihrabında imamken hançerlenen Ömer kan kaybettiği için baygın vaziyette yatıyorken İbni Abbas demiş ki: “Ya Emire’l Mü’minin! Namaz namaz!” "Namaz, namaz" deyince gözlerini açmış. “Vakit mi geçti?” demiş. Vakit mi geçti? “Yok yok, yeni vakit bitiyor” demişler. “İnsanlar namazı kıldılar mı?” demiş. “Kıldı, insanlar namazı kıldılar” demiş ve o zaman demiş ki: “namazdan nasibi olmayanın İslam’dan nasibi yoktur” demiş. Peygamber aleyhisselamın ashabının şuurudur bu. Son nefesi verip vermediğini namazıyla ölçüyorlar. "Namaz, namaz Ömer!" dedin mi ölmediyse uyanıyor. Öldüyse zaten üzerine namaz farz değil. İşte o nesil Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bu eğitimi gördüler. Önce namaz! Adamlık ölçüsü önce namaz! Vefakârlık ölçüsünde önce namaz! Sadakatte, Müslümanlıkta önce namaz!
Varsa namaz ne varsa gerisinde olumsuz olarak namazın hepsini örtmesi mümkün. Ama yoksa namaz geride ne kadar güzellik varsa bizim güzellik dediğimiz şey onların namaz açığını kapatması mümkün değil. Namaz bir insanın bedenindeki kalp gibi, beyin gibi. İki göz bir kalp etmiyor. Yirmi parmak bir kalpte bir damar bile etmiyor. Bütün ibadetler namazla kıyaslandıklarında bu benzeme karşımıza çıkacaktır. Yirmi parmağın var ama yirminin toplamı kalp damarlarından bir tanesi bile etmiyor. Gitti mi o damar el de gidiyor, ayak da gidiyor.
İslam topraklarını kaybetmiş olabilir. Nitekim de kaybetti. Zalimler İslam topraklarını ordularıyla işgal etmiş olabilirler, ettiler de nitekim. Kudüs gitmiş olabilir, gitti de nitekim. Müslümanlar dünyanın belli bölgelerinde hürriyetlerini kaybetmiş olabilirler, oldu da nitekim. Hatta maazallah Kâbe’mizin bulunduğu Mekke’miz bile bir zarar görebilir bir gün. Ama bizim namazımız kalmalıdır. Ölmüş olup olmadığımızı test etmelidir melekler. “Namaz namaz be Müslüman” dendiğinde Ümmet olarak kökten ölüp gitmediysek camiler bizi buluşturmalıdır. Camiler bizi buluşturduğu sürece Ümmeti Muhammed ölmemiş demektir. Kudüs’ü gitse de, siyasetini kaybetse de, toprakları işgal edilmiş olsa da ezanları var oldukça camilerinde, mihraplarında imamlar namaz kıldırdıkları sürece İslam ayaktadır. Müslümanlık ayaktadır. Zulüm gider, İslam yeniden payidar olur demektir. Ama tersten bakıldığında ne yazık ki namazdan sonra kaybedecek bir şeyi kalmayacak Ümmet’in.
Bunun için değerli kardeşlerim, hepimizin çok iyi bildiğimiz hadisi şerifi bir kere daha hatırlatmak istiyorum. Hem bireyler olarak bize, aileler olarak ailelere, toplum olarak da topluma hitap eden bir mesaj sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizden ne buyuruyor: “Kişi ile küfür arasında engel, namazdır.” Yani insanla kâfirlik arasında engel, namazdır. Çekince namazı insan kâfirlikle yüz yüze gelir. Dikkat ediniz! “Kâfir olur” demiyorum. Namazı çektin mi bir insanla kâfirliğin arasında yüz yüze gelirsin.
Bir insan "Allahuekber" deyip secdeye kapandığı sürece kâfir olmaya karşı bir barikatın arkasında duruyor demektir. Aile namazlı bir aile olduğu sürece küfrün o aileyi istila etmemişliğin belgesi var demektir. Toplum namazı bir numaralı, en öncelikli ve aşılmaz, kaldırılmaz hakikat olarak gördüğü sürece toplum küfürle arasında büyük bir koruyucu saklıyor demektir. Namaz kalkınca küfürden koruyan set de yıkılmış demektir. Bunun için Peygamber aleyhisselam efendimiz: “namazı olmayanın dini de olmaz” buyurmuştur. Çünkü son halkası da kopmuş, gemi dalgalarda sürüklenmeye başlanmış demektir. Son bağlandığı çengel, namaz çengeliydi. Toplum için de, aile için de, birey için de namaz küfre karşı mü'minin sigortasıdır.

Aziz Kardeşlerim;

Bu bizim için de böyle, ashabı kiram için de böyleydi. Ashabı kiram bu hakikati tavizsiz bir şekilde algıladılar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ilgili ikazını ciddiye aldılar. Hayatlarına bu şekilde uyguladılar.
Ömer bin Hattab radıyallahu anh halife olduğu günlerden birinde genç bir delikanlıyı camide görememiş. “Filanca nerdedir” diye sormuş. Demişler ki: “o epey hastadır yatıyor evde”. “Yahu bana bulun o çocuğu, merak ettim” demiş. Birisi gitmiş, demiş ki: “Ömer seni sordu bugün.” O da artık titreye titreye atlamış gelmiş. Hem hasta ama “Ömer aradığına göre bir acil iş var herhâlde” demiş. “Buyur ya Emire’l Mü’minin! Beni aradın” demiş. “Eee seni sabah namazında görmedim ben” demiş. “Hasta yatıyordum” demiş. “Ömer arıyor deyince geldin ama” demiş. “Ee hastaydım” demiş. “Seni Allah çağırdı حيا على الصلاة dedi, gelmedin. "Ömer arıyor" deyince geldin. Ben Allah’tan büyük müyüm” demiş. Sahabi kafası. Önce namaz! “Varsa namaz var Müslümanlık” ruhudur bu. حيا على الصلاة ‘ı hangi idrak seviyesinde anlamalı Müslüman, onun canlı örneğidir bu. "Allah çağırdı gelmedin, 'Ömer arıyor seni' deyince geldin" demiş. Hani hastaydın sen? Belki gerçekten o delikanlı hastaydı. Ama hesap edemedi. Ömer’in çok acil bir işi var, aman Ömer’i mahcup etmeyeyim, Ömer’e mahcup olmayayım düşündü. Can havliyle bir atladı. Ama Ömer litrelerce kan aktığı hâlde vücudundan namaz deyince uyanan bir Ömer olduğu için senin hastalığın Ömer seviyesinde iyi oluyor, Allah çağırınca hasta oluyorsun diye idrak etmiş bunu.
İslam bir bütün dinidir. Namazı var, zekâtı var, cihadı var, siyaseti var, eğitimi var. Ama namaz insanı Allah'a bağlayan son halkadır. O son halkayı da kaybettikten sonra Müslüman okyanusun sularına salınmış bir sandal gibidir. Kaptansız dalgaların her tarafa sürüklediği bir sandal gibidir.

Kardeşlerim;

Elbette namazın önemini anlatmak istiyorum ama elli senedir duyduğumuz: "namaz çok önemlidir, dinin direğidir" sözünü anlatmıyorum. Çocuklarımıza namaz eğitimi vermedikçe hiçbir diplomayla, geçici göstergeyle oyalanmayalım, demek istiyorum. Bir vakti kazaya bıraktığımız zaman "benim Allah ile bağım koptu" diye ödümüzün patlamasını istiyorum. "Namazı kazaya bıraktık" diye değil, "Allah ile bağım koptu, beni mü'min olarak gören melekler şu andan itibaren görmeyebilirler" diye endişeye kapılmak gerekir diyorum. "Namaz önemlidir" demiyorum, bunu hep biliyoruz zaten. Dünyadaki İslam namına hiçbir şey bilmeyen Yahudiler, dinsizler bile: "Müslüman ne yapar" diye sorsan: "namaz kılar" derler herhâlde. Namazın Müslümanlığın dini olduğunu, Müslümanlığın gereklerinden olduğunu, beş şartından biri olduğunu bilmeyen yoktur bu dünyada. Az-çok dünya kültürü olan bunu bilir. Ama biz namazın önemli olduğunu bilmeyi geçiştiremeyiz.
Bize göre namaz önemli değil, tektir, sondur, yegânedir. Namaza bu gözle baktık mı namaz bizi kurtarır o zaman. O namaz miraca götüren namaz olur. Biz namazı çok değerli, Cuma günü de camilerde kılınan bir ibadet olarak görmeye devam edersek bu görüşümüzü şeytan yalama yaptırır sonunda. Çok önemli, çok önemli. İş daha önemli olur bir gün. Namaz kılmadığını bildiğin hâlde birisine referans kartı bile yazabilirsin. "Kartımın sahibi değerli bir arkadaştır" dersin. Hâlbuki Allah'a göre limandan kopmuş, okyanusta fırtınaya tutulmuş bir sandaldır. Sen onun adına “değerli bir arkadaştır” diye referans oluyorsun.
Namaz İslam'ın şartları arasındadır ama İslam'ı tek başına taşıyan son halkadır. Bizim için, evimiz için, toplumumuz için, işimiz için, gayemiz, hedefimiz için. Rabb'imiz kitabında "günün birinde İslam adına yeryüzünde güç sahibi olanlar ilk iş olarak namazı kılarlar" buyuruyor Allah. İslam'da devlet olmanın, aile kurmanın, şirket kurmanın, adam olmanın ilk şartı namazdır demek ki. الَّذِينَ إِن
مَّكَّنَّاهُمْ فِي الَْْرْضِ Toprağın üstünde hâkimiyet verdiğimiz kullarımız, 'bu toprak benimdir' diye bayrağını oraya diktiği zaman, şirketinin flamasını astığı zaman, evinin anahtarı kendi cebine girdiği zaman أَقَامُوا
الصَّلََة ilk iş olarak "namazın hakkını verirler" Allah buyuruyor. Son işte o, ilk iş de odur.
Bu sebeple kardeşlerim, namazı Allah'ın gördüğü gibi, Peygamberimiz aleyhisselâtu vesselâmın gördüğü gibi görüp o mantıkla namaz kılmak ve o mantıkla namazı kaybetmenin ne demek olduğunu anlamak zorundayız. Namaz bizim için son nefes gibi, son referans gibidir. Bunun için Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz buyuruyor ki: - Abdullah ibni Amr isimli sahabi naklediyor- diyor ki: “Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz namazdan söz ediyordu, namazı anlatıyordu. Buyurdu ki: "namaz kılan Müslüman için nurdur, Allah'ın önünde kurtuluş belgesidir. Namaz kılmayan ise kıyamet günü Firavun'la, Karun'la, Hâman'la, Ubey ibni Halef'le beraber dirilir" buyurmuş.

Kardeşlerim;

Tüylerimizi diken diken yapacak değil, yüzümüzdeki tüyleri dökecek kadar, bizi tüysüz bırakacak kadar büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Namaz kılıyorsan Allah'ın önüne belgeli bir Müslüman olarak çıkıyorsun. Bu mü'mindir, belgesi kayıtlarda var. Kılmayan için ise: "Firavun'la, Karun'la, Hâmân'la, Ubey ibni Halef'le beraber dirilir" buyuruyor. Hâlbuki mü'min "lâilâheillallah muhammedu’r Resûlullah" dedikten sonra imanla ölür, mü’min olarak dirilir. İmanla ölen Firavun olmaz, Ubey ibni Halef olmaz. Çünkü iman cennetlik olmak demek. Ama namaz kılmayan, namaz yani son halkası elinde olmayanlar namazla Allah'a ve İslam'a tutunamayanlar, onlar ya kibirden, gururdan dolayı kılmamışlardır bunlarınki Kârunluk'tur. Ya da siyasette, koltukta, şuradaki buradaki şirketteki yerinden dolayı kılamamıştır. Bu da Firavunluk'tur. Ya da bürokratlığından dolayı işinden olmamak için kılmamıştır. Bu da Hâmânlık'tır. Ya da kör cahildir, Ebu Cehil'in arkadaşı Ubey ibni Halef gibidir.

Dolayısıyla herkesi Allah yaşam tarzına göre dirilteceği için kıyamet günü, bunun yaşam tarzı Hâman gibi, Kârun gibi, Firavun gibi sapık kollardan birini yansıttığı için mü'min olarak öldüğü hâlde o mantıklı insanlarla beraber mahşer yerine getirilip Hâman'ın, Kârun'un, Firavun'un cehenneme girdiği suçun bir benzeri ile cehennemde ceza gördükten sonra iman ehli olduğu için yine cennete girecek. Ama suç olarak cehenneme girmek kadar ağır bir hakaret ve azap da; insanın Kârun gibi dirilmesidir. Ticaretinden dolayı kılmayana tehdit bu. Daha önce kıldığı hâlde işgal ettiği koltuğun forsuna kapılıp namaz kılmayana tehdit bu. Namaz dinin son halkasıdır. Namazı kaybedenin kaybedecek bir şeyi yok demek ki. Bunun için "namazı kaybeden dinini kaybetti" diyor sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.

Aziz Kardeşlerim;

Bir şeyi daha unutmayalım. Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz bu dünyadan giderken son iki sözünden biri “aman namaz, aman namaz, aman namaz ha” olmuştur. Bu “aman namaz” sözünden sonra sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir saat dahi yaşamamıştır. Bu Ümmet’in Peygamber’ine bağlılığını kandil akşamı test etmek; denizin ortasında su testi yapmak gibidir. Tuzlu su ile ve denizin ortasında su bolluğu testi yapılamaz. Kandil akşamı Müslüman’a, Müslümanlık testi yapamayız. Onun Peygamberi aleyhisselatu vesselam nefeslerini bitirirken namazı vasiyet ederek gitmiş ama Müslüman Peygamber’ini törenden törene hatırlıyor olamaz. Bizim Peygamber aleyhisselama bağlılık testimiz onun bizden beklentileri üzerinden yapılabilir. Bu dünyadan giderken “aman namaz ha” diyerek gitmiştir. Bunu bir Müslüman olarak hafızamıza kaydedelim. Çocuklarımıza hangi namazın şuurunu vermek istediğimizi unutmayalım.
Bir kaçırılmış namaz, sadece namaz mıdır kaçtığı zaman yoksa uçmuş gitmiş bir umut mudur? Bunu tefekkür edelim. Mesele; seccadenin karşısına geçip namaz kılmak meselesi değil. Mesele; Allah ile var olan iman bağımızı en güçlü şekilde kalması meselesidir. Mü’minlik veya başka bir şey tehlikesi namazda yüzde yüzdür. Allah’a göre, Peygamber’e göre.

Kardeşlerim;

Bir nokta daha hep beraber hatırlayalım istiyorum: Peygamber aleyhisselam efendimiz ashabıyla yaptığı bir muhabbet esnasında onlara sormuş, demiş ki: “Bir insan evinin önünden bir dere aksa, o dereden de her gün beş defa banyo yapsa o insan ter kokar mı, üstünde kir kalır mı?” “Yok ya Resûlullah tertemiz olur” demişler. Buyurmuş ki: “İşte sizin kıldığınız beş vakit namazınız, evinizin önünden akan bir derede beş defa yıkanmanız gibidir. Beş defa her gün namaz kılmanız Allah’ın huzurunda tertemiz Müslüman olmanız demektir.” Biz namazı her gün beş kere kendimizi bakıma almak, günahlardan ve dünyevileşme riskine karşı kurtulmak, temizlenmek olarak görürsek bir kere kaçırdığımız namaz ya da bizim zimmetimizdeki birisinin kaçırdığı tek bir namaz en azından beşte bir oranında kir riski taşımaktadır. Üç defa kaçırılan namaz, üç kere yıkanmamış el demektir. Günde beş kere kullanılması gereken bir ilacı üç kere kullanmayan birisi doktorun önüne “bu ilaç bana fayda etmedi” diye çıkamayacağı gibi kaçırılan her namazı bizim Rabb’imizin önüne çıktığımızda Müslümanlık olarak ezileceğimiz, büzüleceğimiz bir sıkıntı olarak görmemiz gerekiyor. Bütün bunlardan sonra çıkıp da biz “namaz kılmaz ama pırlanta gibidir” kime diyebiliriz? Beş kere yıkanması gereken şey beş senedir bir kere yıkanmamış ama tertemiz maşallah tertemiz, altın gibi. Evet, iman altın gibidir. Ama üstünü kaplayan pislik temizlenmedikçe ele alınabilir bir altın değildir o zaman.

Kardeşlerim;

Hadisi şerifi tekrar hatırlayalım ne buyurmuştu sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “İslam’ın halkaları bir bir kopacak. İlk kopan halka siyaset halkası olacak. Her halka koptukça insanlar geride kalanlara yığılacaklar. Ama halkalar bir bir kopacak.” Faiz haramdır, Allah ile savaşmaktır diye bir halka asmıştı Allah Kur’an’ında. Bakkaldan çok bankanın bulunduğu Müslümanlara ait şehirlerde Allah’ın bu halkası kopmuş demektir. İnsanlar “bari şunu yapalım” diyecekler, onu benimseyecekler. “O halka kopacak bari şunu yapalım” diyecekler. En son namaz kalacak. İslam olarak, Müslümanlık işareti olarak namaz kalacak. Demek ki namaz da gider maazallah camilerimiz de dolmazsa, sabah namazına kalkamazsak Rabb’imizin önünde “biz Müslüman’ız” diye kendimizi belgeleyecek bir şey bulamayacağız demektir.
Kendi kendimize avutabiliriz biz. “Çok iyi Müslüman’ız” diyebiliriz ama Peygamber aleyhisselatu vesselam “namaz son belgedir” buyuruyor. Bizim için, çocuklarımız için, eğittiklerimiz öğrettiklerimiz için, yönettiklerimiz, çalıştırdıklarımız için, iyiliğin ölçüsü, güzelliğin ölçüsü, Müslümanlığın belgesi Allah ile bağımızın hâlâ kopmadığını, devam ettiğinin belgesi; namaz. “Namaz, Ömer namaz” deyince neredeyse mezarından bile, ölse bile kalkacak Ömer’in cennetine girmek isteyenler için hedef ortadadır: “Namaz, namaz ve namaz!”
Vel'hamdülillâhi Rabb'il âlemin.

Sabah Namazi

Sabah Namazı

Sabah namazı, 7 vakit namazın içinde en önemlisidir. Namazların en kısasıdır. 2 rekât sünnet, 2
rekât farzdan oluşur. Namazların en kısası ama en değerlisidir. Çünkü zikirle namaz birbirinin
ardından gelir.
Biliyorsunuz ki; sabah namazından evvel yarım saatlik veya yarım saatten fazla bir zaman
devresinin adı seher vaktidir. Sabah namazından 1 saat evvelden başlayıp, sabah namazının
başlangıç noktasına kadar olan yani imsak vaktine kadar geçen devre seher vaktidir. Seher
vakti biz insanlar için günün en değerli zamanıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Orada
gündüz melekleri ile gece melekleri beraberlerdir.” buyurmaktadır. Bu seher vaktinde de güneş
doğduktan sonra artık sabah namazı tamamdır. Gündüz melekleri görevlerini tam olarak alırlar.
Allahû Tealâ’nın en kıymetli ibadeti namaz mıdır? Hayır, namaz değildir ama öyle zannedilir.
Derler ki: “Namaz dînin direğidir.” Namaz dînin direği olabilir ama Allah’ın en kıymetli ibadeti
namaz değildir. Dîni bir çadır kabul edersek, o namaz onun direği olabilir ama zikir, onun
çevresini saran brandadır. Ve direği dikmeniz sizi yağmurlardan, fırtınadan korumaz.
Allahû Tealâ zikrin en büyük ibadet olduğunu zaten açık bir şekilde anlatmaktadır. Zikir,
namazdan da, Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden de, daha büyüktür.
-29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte
tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ
tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz),
fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve
Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Unutmayın, Kur’ân-ı Kerim tilâveti de zikirdir, namaz kılmak da zikirdir. Ama bunların arasında
zikrullah; Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye kesintisiz bir şekilde tekrar etmek en
büyüktür. Allahû Tealâ’nın dizaynı içerisinde en kesin standart söz konusudur.
Öyleyse zikrin en çok kabul gördüğü saha seher vaktidir. Seher vakti sabah namazının
öncesidir. Ve bu devrede yapılacak olan zikir, Allah’ın en kıymetli zikir zamanında yapılmıştır.
Yardımlar açık olarak gelir. Kalp gözünüz bu devrede açılacaktır. Kalp kulağınız bu devrede
işitmeye başlayacaktır.
Herşey öylesine güzel ki… O kadar güzellikler nasip etmiş ki Allahû Tealâ… Bunları
yaşayamayan insanlara sadece acırız. Herkes yaşayabilir, ni’meti veren Allah’tır. Ama biz kullar
da o ni’mete lâyık olmak mecburiyetindeyiz. Kalp gözü Allah’ın bir ni’metidir. Kalp kulağı
Allah’ın bir ni’metidir. Hikmet sahibi olmak Allah’ın bir ni’metidir. Kalp kulağının açıldığı bir
devre var mıdır? Evet. Ayn’el yakîn devresi kalp gözünün ve kalp kulağının mutlaka açıldığı bir
hüviyet taşır. Öyleyse bunlar Allah’ın ni’metleridir. Bu ni’metlere kavuşabilmek için yapmamız
lâzımgelen tek şey, zikrimizi gün geçtikçe artırmaktır. Ve neticede zikrin en üst seviyesine
ulaşmaktır.
Allahû Tealâ öyle bir dizaynla dizayn etmiş ki herşeyi; herşey en güzel standartlarda. Bir
muhteva düşünüyorum. Bu muhteva bütün ibadetlerden daha önemli olan, en büyük ibadeti
muhtevasına alır. Muhtevanın özü zikirdir. Zikrin en büyük tesiri seher vakti gerçekleşir. Sabah
namazının evvelindeki 1 saat, zikrin en güzelinin yapılacağı alandır. Allahû Tealâ herşeyi öyle
güzel dizayn etmiş ki; O’na sadece hayranlık duyabilirsiniz.
Sabah namazı en güç namazdır. Neden? Çünkü o esnada uykunun gafleti içindesiniz. Uyku,
insanı gâfil kılar. Bu dünyadan sizi ayırır. Uykusu ağır olanlar için sabah namazı bir sıkıntı
oluşturabilir. Tatlı uykularını feda edip namaza kalmak istemezler. Oysaki insanlara en çok
derecat kazandıran namaz sabah namazıdır. Kısacık bir namaz… 2 rekât farz, 2 rekât sünnet.
Ama en çok derecat kazandıran namazdır. Neden? Şartları en güç olduğu için. Şeytan sabah
namazına kalkmamanız ve derecat kaybetmeniz için sizi devamlı uykuda tutmaya çalışır.
Sevgili kardeşlerim, sabah namazı uykunun en ağır, en derin olduğu devreye rastlar. O
devrede uykudan vazgeçebilmek ve arkasından kalkabilmek şeytanın sizi en çok kandırdığı
noktadır. Hele mevsim de kışsa söyleyecek çok şey vardır. Der ki: “Şimdi vakit çok erken. Ne
diye sen tatlı uykunu bozup da namaz kılacaksın? Sular soğuk; buz gibi. Bu soğuk suyla
ellerini, ayaklarını yıkayıp abdest almak mecburiyetindesin. Zaten böyle yaptığın zaman hasta
oluyorsun. Ne işin var kalkacaksın sabahın bu saatinde, abdest alacaksın ve de hasta
olacaksın. Sen şimdi yat. Sabah namazı öyle bir namazdır ki; öğle vaktinin girişine kadar kılınır.
Öyleyse ortalık ısındıktan sonra kalkarsın. Sabah namazını da öğle namazını da kılarsın,
hepsini halledersin.”
Artık medeniyet ilerledi. İnsanlar kolaylıkla sıcak su bulabilirler. Ayaklarını ve yüzlerini de ılık
suyla yıkayabilirler.
Gerçekten sabah namazı öğleye kadar kılınabilir mi? Evet, kardeşlerim kılınabilir. Burası doğru
konu. Ne demek istiyoruz? Sabah namazının vakti bittikten sonra öğlen namazı girmeden evvel
kılınan namaz, sabah namazı vaktinde kılınan namaz kadar kıymetli olabilir mi? Olamaz. Bu
mümkün değildir. Sabah namazı en kıymetli namazdır. Kılınabilir dedik, gerçekten kılınabilir
mi? Evet, kılınabilir. Ama bu bir kaza hükmündedir. Kaza şeklinde kılınmasa da kaza
hükmündedir. Sabah namazının vakti düştükten sonra, güneş doğduktan sonra kılınacak olan
sabah namazı için, sabah namazının kazasına değil, sabah namazının kılınmasına niyet
ederiz. “Niyet ettik, Allah rızası için sabah namazının bugünkü sünnetine deriz.” Ama bundan
evvel söylememiz gereken bir şey daha var; “Vaktinde yetişip kılamadığım sabah namazının
bugünkü sünnetine.” dememiz gerekir.
Demek ki, bir öğle namazı kılamamışsanız, “Vaktinde yetişip kılamadığım öğle namazının
kazasına.” demiyorsunuz. Orada öğle namazının vaktini geçirdiniz, öğle namazının vakti bitti,
ikindinin vakti girdi. Ama baktınız ki; siz öğleni kılmamışsınız, öğleyi kılacaksınız, kaza
edeceksiniz. “Niyet ettik, Allah rızası için vaktinde kılamadığım öğle namazının kazasına.”
dersiniz. Bunu da kaza ediyorsunuz, çünkü namazının bitiği anda ikindi girmiştir. Sabah namazı
için değişik bir olay vardır. Sabah namazının vakti bittiği halde öğle namazı girmemiştir. Kuşluk
namazının vakti girmiştir. Aslında kuşluk namazı farz değildir. Bir sünnet namazdır. Ama kuşluk
sünnetiyle beraber sabah namazını, sabah namazının vakit namazı gibi kılabilirsiniz. “Niyet
ettik sabah namazını eda etmeye.” diyeceksiniz. Tıpkı sabah namazını kılarkenki gibi, “Niyet
ettik sabah namazını kılmaya.” diyebilirsiniz. Ama vaktinde yetişip kılamadığım ifadesini ilâve
etmek mecburiyetindesiniz.
Sevgili kardeşlerim, sabah namazından daima erken kalkın, zikir yapın. Zikrin en kıymetli vakti,
gecenin sabah namazına doğru olan saatleridir. Bunların arasında en kıymetli vakit seher
vaktidir. Sabah namazının, imsakin vaktinin girdiği noktadan 1 saat geriye doğru gidin. O
zaman parçası, o 1 saat seher vaktidir. Ve Allah’la birlikte olma konusunda sizin en güzel
zamanınızdır.
Yavuz Sultan Selim, sırtındaki zehirli pençe hastalığı sebebiyle rahmetli olmak üzeredir.
Mürşidi de başının ucundadır. Ölüm anı geldiği zaman irşad makamı der ki: “Artık Allah ile bile
olmak zamanıdır.” Yani “beraber olmak zamanıdır.” Yavuz Sultan Selim diyor ki: “Ya siz
şimdiye kadar kiminle bileyiz sanırsız?”
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı padişahlarının büyüklerindendir. Halifeliği Araplardan Osmanlı’ya
alan padişahtır. Halifeliğin bütün işaretleri halen Topkapı Sarayı’ndadır. Biliyorsunuz ki, Sina
çölünü orduyla geçebilen tek kumandan Yavuz Sultan Selim’dir. Ordu çölü geçmektedir. Çok
büyük bir sıkıntı içindedirler. Korkunç bir sıcak, asker sıcaktan bunalmış bir durumdadır.
Padişah Yavuz Sultan Selim, ansızın atını durdurur. Atından iner. Atının dizginlerini eline alıp
yürümeye başlar. Ordu perişan… Başvezir yaklaşır: “Padişahım, bu ordu şu anda zaten
sıcaktan perişan vaziyette. Bir de siz atınızdan indiniz, onları yürümeye mecbur ettiniz. Bu
Allah’tan reva mıdır?” der. Bu arada mürşidi kıskıs güler bu işe.
Padişah, başvezirin kulağına eğilir: “Görmüyor musun? Önümüzde Peygamber Efendimiz
(S.A.V), devesinden inmiş yaya yürüyor. O yaya yürürken ben ata binebilir miyim hiç?” der.
Osmanlı, sahâbenin devamıydı. Yavuz Sultan Selim, sancağı almadan önce bir Arap ülkesinin
fethinde, birtakım insanlar görür. Adamların kulaklarında küpeler vardır. Herbirinin kulağında
başka renkte küpeler vardır, elbiseler başka başka renklerdedir. Yavuz Sultan Selim merak
eder: “Bu adamlar kulaklarında küpe var, elbiseleri değişik, değişik. Bunun özelliği nedir?” diye
sorar. “Bu kırmızı elbiseliler Süleyman Paşa’nın kullarıdır. Mor elbiseliler Hasan Paşa’nın, sarı
elbiseliler İsmail Paşa’nın kullarıdır.” diye cevap verirler. Yavuz Sultan Selim der ki: “O
küpelerden bir tane de bana getirin.” Ve kulağına küpeyi taktırır ve der ki: “Ben de kendimi
takdim edeyim: Süleyman Paşa’nın, Hasan Paşa’nın kulu değil, Allah’ın kulu Yavuz Sultan
Selim.”
Padişahların içinde sakalsız olan iki padişah vardır. Birisi sakalı çıkamayacak kadar küçük
yaşta tahta gelen ve öldürülen Genç Osman, ikincisi de Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz Sultan
Selim’i sakalsız ve küpeyle görenler o küpenin mânâsını bilmezler. O küpe Yavuz Sultan
Selim’in Allah’ın kulu olduğunu ispat eden bir vesikadır.
Sevgili kardeşlerim, bütün bunları ne diye söylüyoruz? Konumuz, sabah namazı. Namazların
mahmurluk içinde kılınanı evvelâ sabah namazıdır. Sonra da yatsı namazı gelir. Erken yatmaya
alışkın olan insanlar yatsı namazında bir problemle karşı karşıya olabilirler. Mahmurluk çöker
üzerlerine. Yatsı namazını vaktinde kılmakta zorlanırlar. Geç saatlerde kılınması söz
konusudur. Vaktin değişik standartlarında, o zaman gene uyku mahmurluğu içinde kılınan bir
namazdır. Ama orada uykudan uyanmak söz konusu değildir. Günün yorgunluğu sebebiyle
artık uyuklama noktasına gelen, uykusu şiddetle gelen bir kişi için böyle bir durum vardır.
Sabah namazında ise uykunun en tatlı noktasında uyanıp namaz kılmak vardır. Öyleyse sabah
namazı bu konuda diğerinden çok daha ötede bir değerin sahibidir. Yani çok daha büyük fedakârlık isteyen bir namazdır.
Sabah namazını çok iyi değerlendirin. Kılmadığınız zaman bunun içinizde hicran olması lâzım.
Allah’ın bir emrine itaatsızlık ediyorsunuz. Allahû Tealâ diyor ki: “Namaz üzerinize vakitleri
belirlenmiş bir farz olmuştur.”
-4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ
cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne
kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken),
(devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın.
Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur.
Öyleyse her namazı vaktinde kılmak asıldır. Başka yerlerde böyle bir mecburiyet yoktur.
Namazın karşılığı bire bir ödenir. 2 rekât sabah namazını kılamayan kişi, 2 rekât sabah
namazını kılar. Öğlen vakti girmeden evvel kılarsa eda eder. 2 rekât olarak eda eder. Sünnetini
de kılar. Sabah namazının sünneti olarak, borcunu ödemiş olur ama bizim kardeşlerimiz için
bu geçerli değildir. Sabah namazı kılınamadıysa Allahû Tealâ’nın verdiği ceza 1’e 10’dur. Bu,
sadece bizim için geçerlidir. Bu dergâhın müntesipleri için sabah namazının kılınamaması
halinde, öğleye kadar geçen devre için de olsa ondan sonra da olsa 1’e 10’dur. Ama öğlen
namazına kadar olan devre içinde olması ahsen olandır. Ahsen olanın böyle olması ve 10 tane
borç farzı kılınması asıldır.
Allahû Tealâ neden namaz kılmamızı ister? Namaz kılmak derecat kazanmanın vesilesidir.
Biliyorsunuz ki biz insanlar, ömrümüz boyunca normal şartların içindeysek hep namaz
kılacağız. Anormal şartların içindeysek gene namaz kılacağız. Ne demek istiyoruz? Normal
standartlardaki bir insan rukû ederek, secde ederek ve kıyama kalkarak namaz kılar. Ama
bacakları tutmayan veya sakatlanan, rahatsız olanlar için oturarak namaz kılmak da Allahû
Tealâ’nın kabulüdür. Allahû Tealâ herkesin neye muktedir olduğunu en iyi bilendir. Diyor ki:
“Hiç kimseye onun iktidarının dışında olan şartları yüklemeyiz. Emirleri vermeyiz.”
-23/MU'MİNÛN-62: Ve lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve ledeynâ kitâbun yantıku bil hakkı
ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Ve (hiç) kimseyi gücünün (kapasitesinin, yapabileceğinin) dışında (ötesinde) mükellef
(sorumlu) tutmayız. Nezdimizde, hakkı söyleyen bir kitap (hayat filmi) vardır. Ve onlar zulmedilmezler.
Öyleyse bir insan ayağı kalkamıyorsa onun oturarak namaz kılması, seccade üzerinde
oturamıyorsa onun sandalye üzerinde oturarak namaz kılması pekala uygundur. Peki, vasıtada
namaz kılınır mı? Otobüste, trende elbette kılınır. Peki, onu da yapamadı kişi. Çok az zaman
kaldı ve işine yürüyerek gidiyor. Daha yolda. Vakti dolacak. Bu kişi ne yapmalıdır? Bu kişi
yürürken namaz kılacak, sevgili kardeşlerim. Birçok kişi: “Hayır, yürürken namaz kılınmaz.” der.
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de yürürken kılınabileceğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
Öyleyse yürürken de namaz kılabilirsiniz. Ama Allahû Tealâ’nın katında en yüksek olan
hangisidir? Erkâna riayet etmek suretiyle namazı vaktinde ikame etmek, gerçekleştirmek.
Namazın vaktini geçirmek derecat kaybına sebep verir. Sabah namazının kazası bizim
aramızda 10 defa ile cezalandırılır. Ama bu cezayı çekenler bilir ki; cezanın karşılığı büyük bir
zevktir. Çünkü Allahû Tealâ’nın o hatayı affedeceğinden emin olarak, kişi namazını büyük bir
zevkle kılar. Affedilmiştir. Affedilmenin o büyük zevkini yaşar. Cezanın ağırlığı, affın kesinliğini
gösteren bir işaret gibi gelir onlara.
Allahû Tealâ’nın temel kaidesine bakınız. Diyor ki: “Allah sizin için güçlük dilemez, Allah sizin
kolaylık diler.”
-2/BAKARA-185: Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin
minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve
men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu
bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ
hedâkum ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).
Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici (hidayete erme, Allah’a ulaşma vesilesi) ve
beyyineler (açık deliller ve ispat vasıtaları) ve Furkan (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ân,
Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan
ayını görüp) şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta
olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. Allah
sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet
erdirdiği şeye karşılık (sizin de) Allah’ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece
siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.
Allah’ın kolaylığı nedir? Vaktinde kılamazsan o zaman o vaktin ötesindeki sonraki vakitte kıl.
Sonraki vakitte de kılamadın, o zaman akşam evine döndüğün zaman öğleyi de ikindiyi de
akşamı da evinde kıl. Ama yatsının vakti girmiş; tamam. Öğleyi de ikindiyi de akşamı da evde
kılacaksın. Tasavvufun dışında bunlar tabiî olaylardır. Ama tasavvufta Allahû Tealâ öyle
olmamasını ister. Her vaktin, zamanında kılınmasını ister. Diğer vakitleri kılmayanlar için
tasavvufta da bir ceza müessesesi koymamıştır. Diğer vakitleri sadece kendisi kadar
kılınmasını ister; sabah namazı hariç. Bize: “Gerçekten yürürken de namaz kılanabilir mi?”
diye soruyorlar. Evet. Kur’ân-ı Kerim açıkça yürürken de namazın kılınabileceğini ifade
etmektedir.
Namaz konusunda konular bir bir açıklığa kavuşturulmuştur. Namazın temel faktörleri bilinen
hususlardır. Kıyam, rukû ve secde. Yürüyen bir insan bunu nasıl yapacaktır? Yapamayacak.
Ama Allahû Tealâ, “Kabul ederim.” diyor. Kişi rukû ettiğini, secde ettiğini ve kıyama kalktığını
hayalinde canlandıracaktır. Aslında hep kıyamda yürür. Ama hayalinde canlandırır. Veya
ayakta bekler, beklerken namaz kılabilir. Gözleriyle kılabilir, düşünceleriyle kılabilir. Vücut
davranışıyla namaz kılıyor hüviyeti göstermeyebilir ama Allahû Tealâ onun namazını kabul
eder.
Öyleyse yatıyor vaziyette bir hasta düşünelim. Hiç yerinden kımıldayabilecek durumu yok. O
kişi hiç kımıldamadan namaz kılabilir. Allahû Tealâ gene kabul eder. Hiç kımıldamadan
gözlerini açıp kapayarak, dilini de kıpırdatamıyor, içindeki sesle dua ederek namazını kılar.
Başını da kımıldatamaz, gözlerini de kımıldatamaz. Gözlerini kımıldatır diye düşünüyorum.
Kımıldatamadığını düşünün. O zaman da Allah’ın kabulündedir.
Allahû Tealâ hiç kimseden onun iktidarı dışındaki bir teklifi yerine getirmesini istemez. Teklif de
yoktur. O kişi teklifin karşılığını mükellef olmaktır. Teklife muhatap olan kişi mükelleftir. Mükellef onu yerine getirmekle vazifeli demektir. Kimler namaz konusunda teklife muhatap değildir?Normal standartlarda iktidarları herhangibir namazın herhangibir hüviyetine müsait
olamayanlar. Kişi ayağa kalkamıyor mu? Oturarak kılacak. Zamanı mı yok? Yürüyerek kılacak.
Arabada kılacak, otobüste kılacak, trende kılacak, vapurda kılacak, havada uçarken kılacak.
Neredeyse orada kılacak.
Bir Cuma vaktinde uçakta yolcuyuz. Baktım, hiç kimse namaz kılmıyor. Kalktım ayağa,
herkese ilân ettim. “Cuma namazını kılmak isteyen benimle birlikte arkaya gelsin, Cuma
namazını eda edelim.” dedim. Gerçekten 5-6 kişi olduk. Biri müezzin oldu. Biz imam olduk ve
hutbeyle beraber onlara bir Cuma namazı kıldırdık. Ama kısa bir hutbeydi. Olsun, uçakta da bir
Cuma namazını kılmayı Allahû Tealâ bize hamdolsun ki nasip kıldı.
Namazı bir angarya gibi görenler, ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduklarını fark edemeyen
zavallılardır. Namaz bir zevktir. Düşünün, Allahû Tealâ kalp gözünüzü açmış, size gök katlarını
gösteriyor. İradenizi de Allah’a teslim etmişsiniz, Zat’ını gösteriyor. Karşınızda o zaman namaz
kılarken duvar, mihrap diye bir şey yoktur. Allah’ın gösterdikleri vardır. Allahû Tealâ İndi İlâhi’de
size muhteşem bir namaz kıldırır. Fizik vücudunuz buradadır ama gösterdiği yer İndi İlâhi’dir.
Orada altın tahtları göreceksiniz. Orada gördüğünüz renkler en güzel renklerdir. Orada da
seccadeler göreceksiniz. Orada huzur namazının kılındığını göreceksiniz.
Namaz bir zikirdir. Namazın ağırlığı gündüzdedir. Öğle namazı ve ikindi namazı gündüzün iş
yapma standartlarının, öğle namazının dışında kalabilir. Bazen de öğle namazı çalışma
saatlerinin içinde yer alır. Bir işveren Allah’ın katında çalıştırdığı işçilerine namaz kılma imkânı
vermekle mükelleftir. Bu imkânlardan faydalananlar da kendilerini işe alan kişiye bunun bedelini
ödemek mecburiyetindedirler. Belli bir antlaşma yapılmıştır; 8 saatlik bir mesai mutlak olarak
ödenecektir. O saatlerin karşılığında da işveren onlara ücret ödeyecektir. Araya namazlar
girmiş, 1 saat eksilmiş. O 1 saati de tamamlamak mecburiyetindesiniz. Adalet, hak mevhumu
bunu gerektirir. Patron bu konuda özel bir müsaade vermişse, “Ben eksik olanı da kabul
ederim.” demişse, o onun bileceği i ştir. Allah katında mutlaka büyük ölçüde derecat
kazanacaktır. Ama kul bilmedir ki; kaybettiği zaman dilimini telâfi etmek mecburiyetindedir.
Namaz kılmak bir zevktir. Allah’ın karşısında olduğunuzu düşünün. Huzur namazındasınız; ön
tarafa doğru bakıyorsunuz. İmamı arkadan göreceksiniz. Arkasındaki 2 kişiyi, onun arkasındaki
1 kişiyi, onun arkasındaki 7 kişiyi, sonra 10’arlık sıraları… Allahû Tealâ bunların hepsini
gösterir.
Huzur namazının bir farklılığı vardır. Huzur namazın benim şu anda konuştuğum gibi bir sesle
kılınmaz. Huzur namazında bu tarzda bir ses duyulmaz. Ama imamın bütün konuşmaları, imam
söylediği anda sonsuza kadar uzanan, arkaya kadar uzanan safların en sonuncu taraflarından
da işitilir. Çünkü o namazın sesi normal ses değildir. İmamın sessiz sesidir. Oradakilerin kalp
kulakları açıktır. Onun içinden sessiz olarak söylediği namazın bütün sözlerini, sıranın
kilometreler kadar uzağındakiler de duyarlar. Böyle olunca ne olur? Farzları da sünnetleri de
imamla aynı anda kılar. Bütün saflar, aynı anda secdeye aynı anda rukûya gelirler. Aynı anda
kıyama kalkarlar. Ne kadar uzak olursa olsun herkesin aynı anda hareket etmeleri muhteşem
bir manzara oluşturur. Tek bir kişi namaz kılıyormuş gibi herkes aynı anda kıyamda, aynı anda
rukûda, aynı anda secdededir.
Biliyor musunuz? Peygamber Efendimiz (S.A.V) sahâbesiyle beraber bunu başarmıştır.
Hadîsler söyler. Bir gün cemaat o kadar kalabalık olur ki; normal saf dizaynı kurulamaz. Bu
durumda Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Hepiniz birbirinizin sırtına secde edin.” buyurur.
Sahâbe öyle yapmıştır. Eğer herkes bir öndekinin sırtına secde ediyorsa, öndekinin de secde
vaziyetinde olması gerekmez mi? Yoksa secde edemez. Bir öndeki kıyamdaysa da secde
edemez, rukûdayken de secde edemez. Bütün sahâbe, huzur namazının imamı olan
Peygamber Efendimiz (S.A.V) hangi hareketi yapmışsa, onunla aynı anda namazı kılarak eda
etmişlerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sünnetlerde de farzlarda da aynı anda iştirak
etmişlerdir. Böyle olduğu için herkes birbirinin sırtına secde edebilir. Yoksa kimse kimsenin
sırtına secde edemez.
Sevgili kardeşlerim, bize verilen emir aynı emirdir. Biz de kardeşlerimizle bütün namazları aynı
anda kılarız. Aynı anda secde, aynı anda rukû; farzlarda da sünnetlerde de aynı anda secde
ederiz. Secdesi de rukûsu da kıyamı da aynı anda oluşan bir namaz müessesesi… Bu,
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünneti seniyyesini Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirmek
demektir.
Kur’ân’da 7 vakit namaz göreceksiniz. 5’inin farz olduğu kesin işaretlerle anlatılmıştır. Sabah
namazı, öğle namazı, ikindi namazı, akşam namazı ve yatsı namazı. Ama Allahû Tealâ 2 vakit
namazdan daha bahseder. Birisi kuşluk namazı sünnetidir, birisi de teheccüd sünnetidir.
Kuşluk sünneti, sabah namazının bitişinden yarım saat sonra başlar, öğlen namazına yarım
saat kalaya kadar kılınabilir. Teheccüd sünneti ise yatsı namazından sonra başlar. Ama yatsı
namazının saatinden sonra değil, normal saatlerde ise yani saatler 1 saat ileri alınmamışsa,
gece 12’de başlar; sabah namazına kadar devam eder. Gece 12 ile sabah namazı vakti
arasında kılınan namaz teheccüd namazıdır. Yatsı namazı hiçbir devrede 12’ye kadar
ulaşamaz, onun ötesini geçemez. 11’e kadar devam ettiği, daha ötesini aştığı zamanlar da
olabilir ama gecenin 12’sini aşmaz. Teheccüd namazı da gecenin 12’sinde başlar. 12’den evvel
teheccüd namazı kılınmaz.
Namaz kılmak zevktir. Bir gün kalp gözünüz açılacak. Kalp gözü açılanlar, namaz kılmanın ne
kadar büyük bir zevk olduğunu bilirler. Düşünün ki; karşınızda bir duvar var. Ama Allahû Tealâ
size duvarı göstermiyor, duvar yok. Önünüzde âlemleri açmış Allahû Tealâ. Dilediğini kalp
gözünüzle gösteriyor. Baş gözleriniz açık olsa da açık olmasa da netice değişmez. Kalp
gözünüzle görürsünüz. Bu sebebe dayalı olarak kalp gözü açık olanlar, baş gözleri kapalı
kılarlar. Kapalı olarak kılmaları da bazılarını rahatsız eder. İnsanlar aralarında kaideler koyarlar.
“Namaz kılarken gözler kapanmaz.” diye. Bu Allah’ın emrine uygun değildir. Kalp gözü açık
olanlar, bu dünyaya ait olan bir şeyi görmek istemez. O Allah’ın kendisine göstereceği şeyi görebilmek için gözlerini özellikle kapatır ki; manzarayı bozan bir negatif faktör oluşmasın.
Bütün kâinat önünüzde açıktır sevgili kardeşlerim. Bütün kâinat; yerler, gökler… Allah’ın
gösterdiklerini birer birer görürsünüz.
Eğer Allahû Tealâ kalp gözünüzü açmışsa, size bu dünyada görmek mümkün olmayan
güzellikleri gösteriyorsa, o zaman namaz kılmak bir zevktir. Allah size 1. gök katını, açıkta
yapılan secdeyi, 2. gök katını, suvarılma havuzlarını, onların arka tarafında yapılan secdeyi,
onun sağ tarafındaki salonda yapılan 7. kata çıkabilenlerin secdesini, 3. kattaki 2 katlı mescidi
3. katı 4. kata bağlayan mihenk menfezini gösterir. Mihenk menfezi, 3. katı 4. kata bağlayan bir
madenî silindirdir. İki âlemi birbirine bağlar. İçinde sonsuz hızla hareket eden, 4. kata çıkma
yetkisinde olan ruhlar vardır. 4. kattaki Mescid-i Haram’ı, Mescid-i Aksa’nın aslını, 5. kattaki
Mescid-i Haram’ın aslını, 6. kattaki sıbgatullah olma bölümünü, onun herkesin vücuduna göre
şekil alan özel kapısını, 7. katın girişindeki altın kapıyı, iki trabzan arasındaki altın zinciri ve
yukarıya çıkınca bal peteklerini andıran, altıgen, sonsuza kadar uzanan kader hücrelerini,
ümmülkitabı
(10 katlı bir apartman büyüklüğünde, boşlukta duran, Allah’ın bütün resûllerine verdiği kitaplar,
ş
eriat kitabı olsun, olmasın), göreceksiniz.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ ümmülkitaptan sonra, size kudret denizini gösterecektir.
Sonra Makamı Mahmud’u, sonra Divanı
Salihîn’i
, sonra zikir hücrelerini, sonra
İndi İlâhi’yi
ve
İndi İlâhi’nin
en yüksek noktası o muhteşem renkteki yapraklarıyla, çiçekleriyle
Sidret-ül Münteha’yı
(en sondaki ağaç) göreceksiniz. İşte böyle…
Son bilmece, Allah’ı görmektir. Bir gün salâh makamının 4. kademesine ulaşacaksınız.
İradenizi de Allah’a teslim edeceksiniz ve Allah’ın Zat’ını göreceksiniz, O’nun bir insan
olmadığını, görmek için gözlere, işitmek için kulaklara, konuşmak için ağza ihtiyacı olmadığını
göreceksiniz, yaşayacaksınız. Her zerresiyle, görür, işitir, bilir, idrak eder. O, Allah’tır.
Namaz boyunca Allahû Tealâ size kalp gözünüzle neyi isterse onu gösterir. Şu dünyada bu
gözlerinizle görüyormuş gibi, kalp gözünüzle görürsünüz. Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz
(S.A.V) miraca çıktı. 1 gecede 7 tane gök katını aştı. Ruhu fizik vücuduna örtü olmuştur. Ve
sonsuz bir hızla, bu sebeple hareket halindeydi. Allah’ın katına ulaştı. Ve sonuca erdi, Allah’ı
gördü. Ama daha evvel kalp gözüyle defaatle Allah’ı görmüştü. Orada neyle gördü? Orada fizik
vücuduna örtü olan ruhunun baş gözleriyle gördü. Allahû Tealâ diyor ki: “Kalbi gördüklerini, baş
gözlerinin gördüklerini tekzip etmedi, yalanlamadı.” Allahû Tealâ O’na defalarca Zat’ını
göstermişti. Ve yalanlamadı.
-53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.
Sevgili kardeşlerim, herşey öylesine güzel ki… Neresinden başlayayım, neresinde bitireyim
bilemiyorum. Ama bu güzellikleri hepiniz yaşamaya namzetsiniz. Siz Allah’ı sevin, geri kalanını
o dizayn eder. Allah’tan hoşlanmakla başlanan bir müessese, O’nu sevdiğiniz noktaya ulaşır,
O’na aşık olduğunuz noktaya ulaşır. Onu da aşar, O’na hayran olduğunuz noktaya ulaşır.
Ömür boyunca O’na hep hayran olursunuz. O, sizin sahibinizdir, Rabbinizdir. Sizi yaratandır,
herşeyinizdir. İşte ne zaman o söylediğim noktaya gelirseniz, O’nu görürseniz, o zaman
hayatınızın sizin gözünüzde tırnak ucu kadar değeri kalmaz. Dersiniz ki: “Ben Allah’a aidim. O
ne yaptırırsa ben sadece onu yaparım. Ben aldığım vahye uyarım.” Tehlikeymiş, ölümmüş,
hastalıkmış, bunların hiçbirisi size bir tesir icra edemez. Siz Allah’ı bir defa gördükten sonra,
hiçbir olay sizi tesir altına almaz. Onların bir değeri yoktur. Sizin de kendinize ait bir değer
ölçünüz artık yoktur. Allah ile mukayese ettiğiniz zaman, fizik vücudunuzun, size ait olan
şeylerin hiçbir değeri kalmadığını göreceksiniz. Zaten hayatınız Allah’ın yed-i kudretindedir.
Öyleyse “Bu can bu tende kaldıkça, ben Allah’ın kuluyum ne emrederse yaparım. Kimse de
umurumda değildir.” dersiniz.
İşte bu sonsuz mutluluğu Allah size yaşatacaktır sevgili kardeşlerim Herşey öylesine güzel
ki… O güzellikleri bir gün sizler de yaşayacaksınız. Onun için sizlere diyorum ki: Allah’ı sevin,
daha çok sevin, daha çok sevin! O’na aşık olun, O’na hayran olun. O’na ruhunuzu da vechinizi
de iradenizi de teslim edin ki; teslim-i küllî ile teslim olanlardan olun. Bihakkın takvaya, Hakka
tukatihi takvaya ulaşın. O zaman dünyanın yaşanmaya değer bir yer olduğuna kesin bir
hükmün sahibi olacaksınız. Şu dünyadaki en mutlu insanlardan olacaksınız. Hayatınızın şu
kadarcık değeri kalmayacak, herşeyiniz Allah’ a ait olacak.
Allahû Tealâ’dan hepinizi herşeyi Allah’ın olanlardan kılmasını bütün gönlümüzle Allahû
Tealâ’dan niyaz ederiz. Aranızda o mevkilere gelenler olacak sevgili kardeşlerim. Allah’a
sonsuz hamd ve şükrederiz ki, böyle olacak. Allahû Tealâ’nın cennet saadetinin ve dünya
saadetinin en üst boyutlarına ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi burada tamamlamak istiyoruz. Allah hepinizden razı olsun.

Vesvese Nedir

Vesvese Nedir?

 İnsan zihninde iradesi olmadan beliren ve kişiyi kötü ya da faydasız bir düşünce ve davranışa sürükleyen kaynağı belirsiz fikir, şüphe ve kuruntulardır. Vesvese, insanın içine doğar ve onu lüzumsuz bir şekilde meşgul eder. Vesveseye kapılan insanın içinde adeta gizliden gizliye konuşmalar devam eder. Zaten kelime anlamı bakımından da vesvese, fısıltı, gizli söz demektir. Bu bakımdan, zihinde sürüp giden ve tekrarlanan gizli düşünceye vesvese, bir kimseye böyle bir düşünceyi telkin etmeye de vesvese vermek denir. Vesvese, sistemli bir zihin faaliyetine dayanmayan, zaman zaman kendiliğinden beliriveren psikolojik bir olaydır. Fıkıh âlimleri bu kelimeyi şu anlamlarda kullanmışlardır: 

1) İnsanın içine doğup bir şeyi yapıp yapmama noktasında onu tereddüde sevk eden şey. 
2) Şeytanın insanın içine attığı korkular. 
3) Aşırı ihtiyat ve sakınmadan kaynaklanan ve insanın yaptığı şeyi yapmadığını ilham edip defalarca yapmasına sebep olan duygular. 
4) Akla galip gelip akıl dengesini bozan tereddütler.

Vesvese genel olarak insanı kötü, din dışı ve ahlâk dışı davranışlara yönelten bir iç itilme olarak hissedilir. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı şeytandır. Vesvesenin ihtiyattan kaynaklandığı zannedilse de aslında öyle değildir. Zira ihtiyat kesin bir şeye dayanırken vesvesenin kaynağı tereddüttür. Vesvesenin takva (verâ’) ile de alakası yoktur. Zira takva dinde övülmekte ve teşvik edilmekte, vesvese ise yerilmektedir. İçe doğan konuşmalar şeklindeki vesveseler fiiliyata dökülmedikçe bu duruma maruz kalanlar dinen sorumlu olmazlar. Dolayısıyla hanımını boşama veya Allah adına adakta bulunma konusunda vesveseye kapılanların ne hanımları boş olur ve ne de adaklarını yerine getirmeleri gerekir. Zira ilgili hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Allah, vesvese yoluyla zihinlerine gelen şeyleri ümmetimden affetmiştir. Yeter ki konuşmasın ve akıllarına gelen şeyleri amele dönüştürmesinler.” Namaz kılan bir Müslümanın elinden geldiği kadar vesveselerden kendisini arındırması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) namazın hedefine ulaşmasını bu tür duygulardan kurtulmaya bağlayarak şöyle buyurmuştur: “Kim, abdestini en güzel şekilde alır ve vesveseye kapılmadan (veya gaflet göstermeden) iki rekat namaz kılarsa geçmiş günahları bağışlanır.”2 Ancak kişinin bütün gayretine rağmen hatırına gelen ufak tefek vesveseler affedilmiştir. Namazda huşunun farz olduğunu kabul eden bazı âlimlere göre namazının çoğu vesvese içerisinde geçen kimsenin bu namazı bozulacağı için onu tekrar kılması gerekir. Şeytanın İnsana Vesvese Vermesi Şeytan görevi gereği insanı doğrudan saptırmaktadır. Buna göre insanı kötülüğe teşvik eden, ona çirkinlikleri tatlı gösteren ve hayır yapmaktan ve hayra yönelmekten korkutan duygular şeytanî vesveselerdir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanoğluna şeytan vesvese, melek ise ilham verir. Şeytanın vesvesesi kötülüklere götürmek ve gerçekleri yalanlatmaktır. Meleğin ilhamı ise hayırlara götürüp hakkı doğrulatmaktır. Kim vicdanında hayırlara yönelmeyi ve hakkı doğrulamayı hissederse bunun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamd etsin. Kim de vicdanında şeytanın vesvesesini hissederse kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın”. Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Bakara sûresi 268. ayetini okudu: “Şeytan sizi fakirlik ihtimaliyle korkutur ve size cimriliği emreder...”3 İmam Gazali’nin tespitine göre vesvese veren şeytan bakımından vesvesenin üç çeşidi vardır: Gerçeği gerçek olmayanla karıştırmaya yönelik olan vesvese. Buna göre şeytan insana dünya nimetlerini süslü gösterir, bunlardan mahrum kalmamasını öğütler ve hayatın uzun olduğunu, hayat boyu bunlardan mahrum kalmanın ona ızdırap vereceğini ilham eder. Kul Allah’ın hakkının, sevap ve azabının büyüklüğünü hatırladığı zaman kendisine bu yönde vesvese veren şeytana şöyle der: “Lezzetleri elde etmeme noktasında sabırlı olmak ve onları terk etmek zordur. Ancak cehennem azabına dayanmak daha zordur.” Kul bu bilinci kazandığı zaman şeytanı mağlup eder. Şehvetleri günah işleme yönünde tahrik etmeye yönelik vesvese. Bu tür vesveseyi defetmenin yolu, bu vesvesenin sevkettiği eylemin Allah’a isyan olduğu bilincine varmaktır. Allah’a karşı isyanın çirkinliğini idrak edebilen bu tür vesveselere mağlup olmaktan kurtulur. Namaz dışında düşünmekle akla gelen vesveseler. Bu da insanın bir taraftan Allah’ı zikre yönelmesi, diğer taraftan da bu konuda isteksiz olup dünyaya ait başka şeylere yönelmesiyle olur. Bu tür vesveseye kapılan kimse sanki kalbini iki kısma ayırmış gibi olur. Şeytan bazı mü’minlere özellikle de ilim ehline iman konusunda vesvese vermek üzere musallat olur. Amacı bu insanları imandan saptırarak küfre düşürmektir. Bu, mü’min için bir imtihan halidir. Nitekim aynı durum sahabeden bazılarının da başına gelmiştir. Bunlar Sevgili Peygamber Efendimize müracaat ederek şöyle demişlerdir: Yâ Rasûlallah! Bizler içimizde öyle şeyler hissediyoruz ki, bunları söylemektense gökten yere düşmeyi tercih ederiz. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): “İşte katıksız iman budur”4. Çünkü böyle bir vesveseye maruz kalıp ondan bu denli nefret etmek ancak katıksız iman sahibi olan kimselerin yapabileceği bir şeydir. Bu sebeple vesvesenin en büyüğüne imanı en güçlü olanlar ve ilim erbabı yakalanır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesiyle: “Sizden birine şeytan gelir ve şöyle der: ‘Şunu kim yarattı, bunu kim yarattı? Nihayet, Rabbi’ni kim yaratı?’ der. Bu noktaya ulaştığı zaman o mü’min Allah’a sığınsın ve bu vesveseye son versin.”5 Aşırı İhtiyat ve Takvadan Doğan Vesvese Bazı vesveseler, aşırı ihtiyattan, titizlikten ve takvada ölçüyü kaçırmaktan kaynaklanır. Veya vesveseler insanı bu olumsuz durumlara sevk eder. Bu şekilde vesveseye kapılanlar aslında takva sınırını aşarak tam tersi bir duruma düşerler. Onların düştükleri durum dinde aşırı titizlik ve katı davranma halidir. Bunlar dinin kolaylık ve müsamaha kabilinden olan hükümlerini de görmezlikten gelirler. Böylece din onlar ve onlarla beraber yaşayanlar için rahmet olmaktan çıkar tam bir zahmete ve çileye dönüşür. Bu tutumları, taşıdığı aşırılıklar sebebiyle onları dinin gösterdiği sınırların dışına çıkarır. Banyo yaparken iğne ucu kuru yer kalmaması için saatlerce banyoda kalmak, istibrası tam olmadı diye tuvaletten çıkamamak, süt olma ihtimalini abartarak memleketinde bulunan kadınlarla evlenmekten kaçınmak, aklına dünyaya ait bir duygu geldi diye namazı tekrar tekrar kılmak, üretiminde dinen haram sayılan usuller olduğunu düşünerek birçok nimeti terk etmek gibi davranışlar bu tür vesveselerin bazı örnekleridir. Hâlbuki bu tür durumlar için dinimizin koyduğu asgari ve objektif ölçüler vardır. Bunlar uygulandığında guslün, abdestin yerine gelmiş olacağını düşünmek ve namazda ufak tefek dünya düşüncesine kapılmanın namazı bozmayacağına inanmak yeterlidir. Gıda üretiminde ise dine aykırı bir durum olduğunu kesin olarak bilmemek onu yemek için yeterli gerekçedir. Bunu düşünmek insanı sorumluluktan kurtarır. Bu, onun ne içerdiğini araştırmaya engel değildir. Anlatmak istediğimiz şey, gerekli araştırmalar yapıldığı halde hala şüphe içerisinde olmak gereksiz ve terk edilmesi gereken vesvese kabilinden bir duygudur. Vesvesenin ehliyeti olumsuz yönde etkileyen bir ruh hali olduğunu dikkate alan fakihlerimiz, bu hali yaşayanların tedavi edilmeleri gerektiği kanaatine varmışlardır. Bu sebeple de bunların söyledikleri bir takım sözlerden dolayı dinden çıkmalarını ve hanımlarını boşamalarını geçerli saymamışlardır. Vesveseyi Defetmenin Yolu İnsan zihnine gelen şeytanî vesveseleri defetmenin en etkili yolu Allah’ı zikretmektir. Allah’ı zikri zihnine kodlayan Müslüman vesvese deliklerini kapatmış olur. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: “Şüphe yok ki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler (derhal Allah’ı hatırlarlar da, O’nun azabını, nimetlerinin bolluğunu, vaad ve tehditlerini hatırlarına getiriverirler) sonra hemen gözlerini açarlar.”

 “Gerçeği gerçek olmayanla karıştırmaya yönelik olan vesvese. Buna göre şeytan insana dünya nimetlerini süslü gösterir, bunlardan mahrum kalmamasını öğütler ve hayatın uzun olduğunu, hayat boyu bunlardan mahrum kalmanın ona ızdırap vereceğini ilham eder. ” 

 “Namaz dışında düşünmekle akla gelen vesveseler. Bu da insanın bir taraftan Allah’ı zikre yönelmesi, diğer taraftan da bu konuda isteksiz olup dünyaya ait başka şeylere yönelmesiyle olur. Bu tür vesveseye kapılan kimse sanki kalbini iki kısma ayırmış gibi olur.”

Kim Gorme Engelli

Kim Gorme Engelli?

Hakikatleri göremeyen mi?

Varlıkları göremeyen mi?

Kalp gözü körlüğü, gerçekleri görüp idrak edememek, kıssalardan hisse, olaylardan ve varlıklardan 
ibret alamamaktır. Kalp gözü kör olan kimse; hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, hidayeti dalâletten ayırt edemez. Küfrü, şirki ve nifakı terk edip imana yönelemez. Görünürdeki gözleri ile varlıkları görüp onlardan ibret alamayan, yüce Yaratıcı'nın varlığına işaret eden delilleri göremeyen, hakkı ve doğru yolu bulamayan kimse, Kur'an'a göre "gerçek kördür".

Yüce Yaratıcı, her insanda iki göz var etmiş; "görünen gözler" (başımızdaki gözler) ve "görünmeyen gözler" (kalp gözlerimiz). Bu gözler, Kur’an dilinde "basar" ve "basîret" diye isimlendirilmiştir. (İsrâ, 36; Kıyâme, 14) İnsan, "baştaki gözleri" ile bu âlemdeki sadece cirmi ve cismi olan somut varlıkları görebilir. Bu gözlerimizle Yaratanımızı, ruhumuzu, aklımızı, duygularımızı, vicdanımızı, melekleri, cinleri ve daha nice varlıkları görmemiz mümkün değildir. Yüce Yaratıcı'nın varlığına delalet eden âlemdeki binlerce delilin, mevsimler, gezegenler, bitkiler ve hayvanlar âlemindeki mükemmel düzenin, insanın eşsiz yaratılışının, tabiatta olup biten nice olayların, toplum hayatında gözlenebilen nice olguların görülebilmesi baştaki gözlerle değil kalp gözleri ile mümkün olmaktadır. Baştaki ve kalpteki gözlerini kullanabilenlerin yanında, sadece baştaki gözleri ile yetinen, kalp gözlerini çok az kullanan veya hiç kullanmayanlar da vardır. Milletimiz bu tür insanlara, "basîretsiz" demektedir. Kur'an'da ise bu kimseleri "kalp gözü kör olanlar" diye isimlendirilmektedir: “… Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac, 46) Baştaki gözlerin kapanması ve dünyada varlıkları görememesi, kalp gözünün kapanması ve ilâhî gerçekleri görememesinin yanında cılız ve önemsiz kalır. Kalp gözleri görür, baştaki gözler görmezse bunun, insanın manevi varlığına ve âhiretine hiçbir zararı olmaz, ama baştaki gözler görür fakat kalp gözleri kör olursa, bunun âhiret hayatına bir faydası olmaz. Geçici ve kısa süreli olan dünyada baştaki gözlerini kaybeden kimse,eğer kalp gözünü de kaybetmemişse asıl ve sonsuz bir hayat olan âhirette görebilecektir. Ama kalp gözünü kaybetmiş, gerçekleri göremez olmuş ise artık o âhirette cenneti, nimetleri ve hiçbir güzelliği göremeyecektir. Bu husus, Kur’an'da şöyle ifade edilmektedir:“Bu dünyada kalp gözü kör olan kimse, âhirette daha da kördür, hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da kötüdür.” (İsrâ, 71) Arap dilinde, bir şeyi örtmek ve perdelenmek anlamındaki "a-m-y" kökünden türeyen "a'mâ" (çoğulu, umy, umyân ve amîn) kelimesi, baştaki her iki gözün (basar, çoğulu ebsâr, ayn çoğulu a'yün) görme yetisinin sonradan kaybolması ve kalp gözünün (basar, basîret çoğulu basâir) algılama yetisinin kapalı olması demektir. Tek gözü görmeyen ve gözlerinde görme bozukluğu olan veya doğuştan gözleri görmeyen kimseye "a'mâ" denmez (Râğıb, İbn Fâris, Asım Efendi, a'-m-y maddesi). Kur'an'da doğuştan görme özürlü olan kimseler "ekmeh" (Mâide, 110), hadislerde ise baştaki gözleri görmeyen kimseler, "darîr" ve "darîrü'l- basar" kelimeleri ile ifade edilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 47, I, 374) Görmeyi ifade eden Kur'an'da üç farklı kelime vardır: a) "Basar" kelimesi; baştaki gözle varlıkları görmek, kalp gözü ile gerçekleri görmek yani bilmek ve idrâk etmek anlamını ifade eder. b) "Nazar" kelimesi; baştaki gözler ile görülebilen varlıklara bakmak anlamındadır. Bu kelimede "basîret" anlamı da vardır. c) "Rü'yet" kelimesi; baştaki gözler ile varlıkları görmek, kalp gözü ile gerçekleri görmek yani bilmek ve anlamak, akıl ile müşahede etmek anlamına gelir. Her üç kelimenin birinci kullanımları hakîkat, ikinci kullanımları mecazdır (Asım Efendi). Bu kelimeler, sözlük anlamına paralel olarak Kur’an'da hakîkat ve mecaz anlamında kullanılmışlardır. Kur’an'da geçen körlüğü, fiziksel körlük, kalp körlüğü ve âhirette körlük şeklinde üç kategoride ele almak mümkündür.


 I. FİZİKSEL KÖRLÜK


Fiziksel körlük, başımızdaki gözlerin görme yeteneğini bütünüyle kaybetmesidir. Bu anlamda körlük, Kur’an'da sadece 4 ayette geçmektedir. Bu ayetler; benzetme, değer verme, sosyal ilişkiler ve ruhsat bildirme konuları ile ilgilidir: “Bu iki zümrenin (mümin ile kâfirin) durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 24); "Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü..."(Abese, 1-8); “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur...” (Nur, 61; Fetih, 17)


II. KALP GÖZÜ KÖRLÜĞÜ


Başımızdaki gözlerin görme yeteneğini kaybetmesine "körlük" denildiği gibi kalp gözünün gerçekleri idrâk edememesine de "körlük" denir. "Kör değil her şeyi görüyor" deyiminde geçen körlük bu anlamdadır. Kur’an'da isim ve fiil formunda körlük ile ilgili 29 ayetten 25'i kalp körlüğü / mecâzî anlamında körlüğü ile ilgilidir. Yüce Allah, asıl körlüğün kalp gözü körlüğü olduğunu bildirmektedir. (Hac, 46) Kalp gözü körlüğü, gerçekleri görüp idrak edememek, kıssalardan hisse, olaylardan ve varlıklardan ibret alamamaktır. Kalp gözü kör olan kimse; hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, hidayeti dalaletten ayırt edemez. Küfrü, şirki ve nifakı terk edip imana yönelemez. Görünürdeki gözleri ile varlıkları görüp onlardan ibret alamayan, yüce Yaratıcı'nın varlığına işaret eden delilleri göremeyen, hakkı ve doğru yolu bulamayan kimse, Kur’an'a göre "gerçek kördür". Bu genel açıklamadan sonra şimdi yazımıza konu edindiğimiz İsrâ sûresinin 72. ayetini ele alabiliriz. Bu ayet, birçok Kur’an mealinde dünyada kör olan âhirette de kördür şeklinde çevrilmiştir. Şu örnekleri verebiliriz: Yaşar Nuri Öztürk, "Bu dünyada kör olan âhirette de kördür, yolca daha da sapıktır" (Yeniboyut Yayınları, İstanbul, 2001); Halil Altuntaş-Muzaffer Şahin, "Kim bu dünyada körlük ettiyse âhirette de kördür, yolu daha da şaşırmıştır" (DİB Yayınları, Ankara, 2002); Suat Yıldırım, "Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise âhirette de kördür hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha beterdir" (İstanbul, 1998) İlk mealde "a'mâ" kelimesi, hakîkat anlamı ile verilmiştir, bu tür bir çeviriden ayetteki körlüğün, mecazî anlamda olduğu anlaşılabileceği gibi, gerçek anlamda da anlaşılabilir. Nitekim bu ayet indiğinde görme özürlü olan Abdullah ibn Ümmü Mektûm, ayette geçen "a'mâ" kelimesini baştaki gözlerin görmemesi şeklinde anlamış ve Peygamberimize "Ey Allah'ın Elçisi! Ben dünyada görme özürlüyüm, âhirette de mi görme özürlü olacağım" diye sormuş, bunun üzerine "...Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur” (Hac, 46) anlamındaki ayet inmiştir. (Nesefî, IV, 313). Dolayısıyla ayetteki "a'mâ" kelimesini "kör" olarak çevirmek isabetli değildir, çünkü ayetteki bu kelime, baştaki gözlerin körlüğü anlamında değildir. Örnek verdiğimiz ikinci meâlde; "â'mâ" kelimesinin baştaki gözlerin görmemesi anlamında değil kalp körlüğü, gerçekleri görememe anlamında olduğu kısmen anlaşılmaktadır. Üçüncü meâlde, birinci "a'mâ" kelimesinin mecâzî anlamda olduğu açıkça ifade edilmiş, ancak ikinci "a'mâ" kelimesine hakîkat anlamı verilmiştir. Halbuki Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirdiğimizde ayette geçen "a'ma" kelimelerinin baştaki gözlerin körlüğü anlamında olmadığını anlıyoruz. Ayrıca ayetteki “bu” (hâzihî) zamiri ile neye işaret edildiği de açık değildir. Bu sebeple müfessirler, ayeti farklı yorumlamışlardır. Bu yorumları şöyle özetleyebiliriz: 1. Bu zamir ile "Andolsun biz insan oğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık" anlamındaki 70. ayette geçen nimetlere işaret edilmektedir. Dünyada bu nimetleri vereni bilemeyen, tanıyamayan, O'na şükredilmesi gerektiğini anlayamayan ve bu konuda körlük eden kimse, âhiret nimetleri konusunda daha kör ve daha şaşkındır. Çünkü dünya nimetlerini gözleri ile gördüğü ve yararlandığı hâlde bu nimetlerin şükrüne karşı körlük eden kimse, henüz görmediği ve yararlanmadığı âhiret ve nimetlerine karşı daha da kör ve şaşkındır. Abdullah ibn Abbâs'a (ö.66/687) bu ayetin anlamı sorulmuş, cevap olarak İsrâ sûresinin, "Rabbiniz, lütfundan nasip arayasınız diye sizin için denizde gemiler yürütendir, şüphesiz O, size karşı çok lütufkârdır" anlamındaki 66. ayetinden yukarıda mealini verdiğimiz 70. ayetine kadar okumuş ve “gördüğü halde bu nimetler hakkında şükretmeyip körlük eden kimse, görmediği âhiret nimetleri konusunda daha da kör ve şaşkındır" demiştir. 2. Bu zamir ile "dünya" kastedilmiştir. Bu dünyada Allah'ın gücünü ve buna dair evrendeki delilleri göremeyen kimse âhiret hakkında da kör ve daha şaşkındır. Yer, gökler, gezegenler, dağlar, bitkiler, sebze ve meyveler, hayvanlar, hava, su, toprak… kısaca bütün varlıkların insanların hizmetine verildiğini görüp, anlayamayan kimse, hiç görmediği âhiret hakkında hepten kör ve şaşkın olur.İbn Zeyd'e bu ayetin anlamı sorulmuş, cevap olarak, "şüphesiz göklerde ve yerde insanlar içen (Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır" (Câsiye, 3) anlamındaki ayeti, Rum suresinin "O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir " diye başlayıp Allah'ın varlığının delillerinin sayıldığı 20-25. ayetleri ve "Göklerde ve yerde kim varsa yalnızca O'na aittir. Hepsi O'na boyun eğmektedirler" (Rum, 26) anlamındaki ayeti okumuş, “bildiği ve müşahede ettiği ayetler, Allah'ın kudreti ve nimetleri konusunda körlük eden kimse, görmediği âhiret konusunda daha kör ve şaşkındır" demiştir. 3. İmkân, fırsat ve mühlet verilen ve iman edip tövbe ettiği zaman kabul edileceği va'd edilen bu dünyada, iman edip tövbe etmeyerek körlük eden kimse artık tövbenin geçerli olmadığı âhirette de kör ve şaşkın olur. 4. Bu dünyada kâfir ve sapık olan kimse âhirette de kör ve daha şaşkın olur. (Yorumlar için bk. Taberî, IX, 128-129; Kurtubî, X, 298-299; Beydâvî, IV, 56) Müfessir Taberî'nin de ifade ettiği gibi bu yorumların en isabetli olanı birinci ve ikinci maddede zikredilen görüşlerdir. Bu yorumlardan da anlaşılacağı üzere ayette sözü edilen dünyadaki körlük; Allah'ın varlığının delillerini görmeme, nimetlerin şükrünü eda etmeme, küfrü ve dalâleti terk edip hidayete ermemedir. Âhiretteki körlük ise; cenneti ve nimetlerini görmeme ve kurtuluş yolunu bulamamalarıdır. Bu yorumlar ışığında ayeti şöyle çevirebiliriz: “Bu dünyada (Allah'ın nimetlerini, varlığının delillerini ve kudretini) göremeyen kimse âhiret (ve nimetleri) hakkında daha basiretsiz, hatta daha da şaşkındır.” (İsrâ, 72). Kur’an'da "a'mâ" kelimesi ve türevleri, çoğunlukla bu anlamda kullanılmış ve bu kelimelerle; ilâhi gerçekleri göremeyen, anlamayan ve kabul etmeyen kâfir, müşrik ve münafıklar kastedilmiştir. “…De ki: 'gerçekleri görmeyen (a'mâ) ile görebilen (basîr) kimse eşit olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (En'âm, 50) Bu ayet ve benzerlerinde (Ra'd, 16; Fâtır, 19) geçen "a'mâ" ve "basîr", kelimeleri ile kastedilenler, mümin ile kâfirdir. (Beydâvî, II, 410) Çünkü mümin, kâinattaki Allah'ın varlığına ve nimetlerine işaret eden delilleri görebilmekte ve Allah'ın Peygamberine indirdiği ayetlerin hak olduğunu anlayabilmektedir. Kâfir ise kevnî ve kitâbî delilleri görememekte ve anlayamamaktadır.Mümin sûresinin 58. ayetinde "a'mâ" ile "basîr" kelimeleri, iman edip sâlih amel işleyenler ile inkâr edip isyan eden ve kötü iş yapanların karşıtı olarak geçmektedir: “Gerçekleri göremeyen (a'mâ) ile görebilen (basîr) kimse eşit değildir. Îman edip sâlih ameller işleyenler ile kötü iş yapan kimse de eşit değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz.” (Mümin, 58) Ayette geçen "a'mâ" ve "basîr" kelimeleri, baştaki gözlerin görüp görmemesi ile ilgili değildir. Müfessirlerden Kurtubî (XV, 325) ve Fîrûzâbâdî (V, 362), bu ayetlerde geçen "a'mâ" ve "basîr" kelimelerine "mümin" ve " kâfir"; Beydâvî (V, 362), "gerçekleri göremeyen / gafil" ve "gerçekleri görebilen"; Nesefî (V, 362) , "câhil" ve "âlim" anlamını vermişlerdir. Taberî ise; bu kelimeleri baştaki gözlerin görmesi ve görmemesi anlamında almış ayetin benzetme bağlamında kullanıldığını; Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden delilleri düşünüp anlayamayan ve iman etmeyen kâfirlerin, gözleri görmeyen (a'mâ) kimseye; düşünüp anlayabilen ve iman eden müminlerin ise, gözleri görebilen (basîr) kimseye benzetildiğini söylemiştir. (XII, 24/77) Sadece baştaki gözlerimiz ile görmeme anlamına gelmeyen "a'ma" kelimesini, Kur’an meallerinde mutlak olarak "kör" şeklinde çevirmek yanlış anlamaya sebep olabilir. "Kör" kelimesi yerine asıl anlamı yansıtması için "gerçekleri göremeyen" ifadesinin kullanılması daha isabetli olur. Kur’an'da "'amiye", "'amen" ve "a'mâ" şeklinde fiil, mastar ve isim formunda kullanılan bu kelimenin, kevnî ve kitâbî ayetleri görmemek ve anlamamak manalarına geldiği (En'âm,104; Ra'd, 28,bk. Hûd, 28¸ Fussılet, 44) ayetlerin den açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde mecâzi anlamdaki sağırlığı ve dilsizliği ifade eden "esam" ve "ebkem" kelimelerini de "sağır" ve "dilsiz" olarak değil "gerçekleri duyamayan" ve "gerçekleri konuşamayan" şeklinde Türkçe’ye çevirmek gerekir. Çünkü Kur’an'da bu kelimeler, yukarıda zikrettiğimiz dört ayetin dışında hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu kelimeler; baştaki gözleri görmeyen, kulakları duymayan ve dilleri konuşamayan değil gerçekleri göremeyen, duyamayan ve konuşamayan kimseleri ifade eder. (Hâzin, I, 241; II, 322) Bu husus, A'râf sûresinin 179. ayetinde açıkça bildirilmektedir: "Andolsun biz; cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. (Çünkü) onların kalpleri vardır bununla gerçekleri anlamazlar, gözleri vardır, bunlarla gerçekleri görmezler, kulakları vardır bunlarla gerçekleri duymazlar. İşte bunlar, hayvanlar gibi hatta daha da şaşkındırlar. İşte ancak bunlar gafil olanlardır" Kalplerini gerçekleri anlamada, gözlerini gerçekleri görmede ve kulaklarını gerçekleri duymada kullanmadıkları için kâfir, müşrik ve münafıklar, gerçekleri duymayan (summ), gerçekleri konuşmayan (bükm) ve gerçekleri görmeyen (umy) kimseler olarak nitelendirilmişlerdir: “Onlar (münafıklar); gerçekleri duymayan (summ), konuşmayan (bükm) ve görmeyen (umy) kimselerdir. Artık onlar, (hakka) dönmezler.” (Bakara, 18; bk. Muhammed, 23; Bakara, 171; Fussılet, 17) “Âyetlerimizi yalanlayanlar; karanlıklar içinde kalmış, gerçekleri duymayan (summ) ve konuşmayan (bükm) kimselerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.” (En'âm, 39; bk Furkân, 73) Bu sebeple ilâhî vahye, ayetlere ve peygamberlere karşı çıkan, onları yalanlayan kimseler; "gerçekleri görmeyen" anlamında "a'ma" ve çoğul şekli olan "amîn" ve "umy" kelimesi ile ifade edilmiştir. Mesela Nuh kavmi, Nuh peygamberi ve ona indirilen ayetleri inkâr etmişler, bu yüzden "gerçekleri görmeyenler" (amîn) olarak yerilmişlerdir. (A'râf, 64; Hûd, 28¸ Neml, 66) Buna mukabil, Furkân sûresinin 63. ayetinden 76. ayetine kadar yüce Allah, “Rahmân’ın kulları” olarak nitelediği müminlerin özelliklerini bildirmiş, bu özelliklerden biri olarak müminlerin, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman ilgisiz olmamaları, gerçekleri görmezlik ve duymazlık etmemeleri zikredilmiştir. Kalp gözlerini gerçeklere açmayan ve kulaklarını hakkı dinlemeye karşı kapayan kimseler, peygamberler mucize gösterseler de sapıklığı terk edip hidayete, küfrü terk edip imana gelmezler: “(Ey Peygamberim!) Sen gerçekleri görmeyen kâfirleri (umy), sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin." (Neml, 81; Rum, 53; bk. Zuhruf, 40¸ Yunus, 42-43; Enbiyâ, 45; Neml, 80; Rum, 52) “şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan, gerçeği duymayan (summ) ve konuşamayan (bükm) kimselerdir” (Enfâl, 22) Yukarıda meallerini verdiğimiz ve referansta bulunduğumuz 18 ayette geçen “a’mâ, umy, umyân”, “summ” ve “bükm” kelimeleri, fiziksel anlamda göremezlik değildir. Türkçe’de “kör” ve “körlük” kelimeleri her ne kadar mecazî anlamda kullanılıyorsa da ilk akla gelen hakîkat anlamıdır. Kalp körlüğü; gerçekleri konuşmama ve hakka kulak vermeme anlamındaki bu kelimeleri; Kur’an meallerinde “kör”, “sağır” ve “dilsiz” olarak vermek, yanlış anlaşılmaya sebep olabilmekte ve fiziksel körlük çağrışımı yapabilmektedir. Bu itibarla, bu kelimeleri zikrettiğimiz 4 ayetin dışında “gerçekleri görmeyen”, “gerçekleri konuşmayan” ve “gerçekleri duymayan” şeklinde çevirmek daha uygun olacaktır. 


III. AHİRETTE KÖRLÜK


Kur’an’da âhirette körlük, sağırlık ve dilsizlikten söz eden ayetler vardır: “Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.” O da şöyle der: “Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum halde, niçin beni kör olarak haşrettin? Allah, “Evet, öyle. Âyetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutuluyorsun” der. Haddi aşan ve Rabbi’nin ayetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. şüphesiz âhiret azabı daha şiddetli ve daha kalıcıdır.” (Tâhâ, 124-127; bk. İsrâ, 97; Kasas, 66) Bu ayette ve referanslarını verdiğimiz ayetlerde geçen kör, sağır ve dilsiz ile maksat; kâfir, müşrik ve münafıklardır. Bunlar âhirette hakikî anlamda göremeyecek, konuşamayacak ve duyamayacaklar mı yoksa bu ayetlerde geçen körlük, sağırlık ve dilsizlik mecazî anlamda mıdır? Ayetlerin zahiri, kâfirlerin âhirette gerçekten kör, sağır ve dilsiz olacakları anlamına geliyor gibi görünüyorsa da başka ayetlerde kâfirlerin konuşacakları, görecekleri ve duyacakları bildirilmektedir: “Suçlular, (o gün) ateşi görünce onun içine düşeceklerini iyice anlayacaklar ve ondan kurtuluş yolu da bulamayacaklardır.” (Kehf, 53; bk. A'râf, 47; Fürkân, 212-14; Meâric; 11, 44, Nâziât, 9) “(Kâfirler); Oraya (cehenneme) atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultuyu işitirler. Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar. Onlar da şöyle derler: “Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz onu yalanlamış ve ‘Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.” Yine şöyle derler: “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Artık alevli ateştekiler Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” (Mülk, 7- 11) Ayetlerden âhirette kâfirlerin konuşacakları, duyacakları ve görecekleri açıkça anlaşılmaktadır. İşte bu iki farklı ayet grubu sebebiyle müfessirler, yukarıdaki ayetlerde geçen körlük, sağırlık ve dilsizliğin gerçek mi yoksa mecazî anlamda mı olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir (bk. Beydâvî, IV, 228; Hâzin, IV, 228) mecazî anlamda olduğunu söyleyenlere göre ayetlerde geçen körlük, sağırlık ve dilsizlikten maksat; kâfirlerin; kendilerini sevindirecek hiçbir şeyi görememeleri ve duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır.Ahretteki körlük, sağırlık ve dilsizliğin hakîki anlamda olduğunu söyleyenlere göre: “Allah, (Kâfirlere) “ayetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?” der. Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk.” “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz.” Allah, ”Aşağılık içinde kalın orada, artık benimle konuşmayın!” der” (Mü'minûn, 105- 108) anlamındaki ayette geçen “susun” emrinden sonra kâfirler; kör, sağır ve dilsiz olacaklar veya kör, sağır ve dilsiz olarak diriltilecekler sonra görme, konuşma ve duyma yetileri geri verilecektir. (Hâzin, IV, 73) Âhirette görme, işitme ve konuşma aynen dünyadaki gibi mi olacak yoksa farklı mı olacak? Kur’an’a baktığımızda meselâ konuşmanın farklı olacağını öğreniyoruz: “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.” (Yasin, 65). “Nihayet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında kendileri aleyhine şahitlik ederler. Onlar derilerine, “Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?” derler. Derileri, “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca ona döndürülüyorsunuzş cevabını verirler” (Fussilet, 20-21) Ayetlerde ellerin ve derilerin konuşacağı, ayakların, kulakların, gözlerin ve derilerin şahitlik edeceği bildirilmektedir. Dolayısıyla âhiretteki körlük, sağırlık ve dilsizliğin mecazî anlamda kullanıldığı görüşü daha isabetli görünmektedir. Âhirette, müminler Allah'ı görebilecekler; (En'âm,103) kâfirler gözleri perdelendiği için göremeyeceklerdi. (Mutaffifîn, 159) 


SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 

Her dilde olduğu gibi Kur’an'da da çok anlamlı kelimeler vardır. Bunlar; yerine göre hakîkat ve mecaz anlamında kullanılan kelimelerdir. Çok anlamlı kelimeler, nerede hangi anlama geliyorsa o anlamın verilmesi ne kadar önemli ise kelimenin hakîkat veya mecaz anlamında kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesi de o kadar önemlidir. Kur’an'ın hakîkat ve mecaz anlamına kullanılan kelimelerinden biri de "a'mâ" kelimesidir. Bu kelime baştaki görme organlarının görme yetisini kaybedip varlıkları görmemesi anlamına geldiği gibi kalp körlüğü, gerçekleri görmeme anlamına da gelir. Kur’an'da geçen "a'mâ" kelimesi ve türevleri çoğunlukla gerçekleri görmeme anlamında kullanılmıştır. Bu anlamdaki ayetlerde geçen "a'mâ" kelimelerine "kör" olarak anlam verildiğinde Kur’an'da kastedilen mana yansıtılamamaktadır. Meselâ İsrâ sûresinin 72. ayeti, Kur’an meâllerinde çoğunlukla, "Kim bu (dünyada) kör olursa, artık o âhirette de kördür…" şeklinde çevrilmektedir ki bu çeviri ile birçok insan, özellikle görme engelli olan bir kısım insanlarımız burada geçen "körlüğü" baştaki gözlerin görmemesi şeklinde anlamaktadır, sahabeden de böyle anlayanlar olmuş ve bunun üzerine, "Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur” (Hac, 46) anlamındaki ayet inmiştir. Dolayısıyla "a'mâ" kelimesi ve türevleri, hangi anlama geliyorsa ona göre çevirmek, mesela baştaki gözün, kulağın ve dilin körlüğü, sağırlığı ve dilsizliğinin kastedilmediği, ayetlerdeki "a'mâ", "summ" ve "bükm" kelimelerini; "gerçekleri görmeyen", "gerçekleri duymayan" ve "gerçekleri konuşmayan" şeklinde çevirmek ,Kur’an'daki anlamı yansıtması açısından daha isabetlidir. Âhiret hayatı ile ilgili ayetlerde geçen "a'mâ", "summ" ve "bükm" kelimelerinin gerçek anlamda görmeme, duymama ve konuşmama mı yoksa mecazî anlamda mıdır? Kur’an yorumcuları bu konuda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Çünkü âhirette kâfirlerin göremeyecekleri, konuşamayacakları ve duyamayacaklarına dair ayetler olduğu gibi görebilecekleri, konuşabilecekleri ve duyabileceklerine dair de ayetler vardır. Kur’an'a göre gerçek körlük, baştaki gözlerin varlıkları görememesi değil, kalp gözlerinin kör olması ve ilâhî gerçekleri görmemesidir. Baştaki gözleri gördüğü halde gerçekleri görmeyen nice körler vardır. Kur’an, kâfir, müşrik ve münafıkları bu anlamda gerçekleri görmeyen (umy), duymayan (summ) ve konuşmayan (bükm) olarak nitelemektedir.

Ufo Gercegi

Ufo Gerçeği

Ne idüğü belirsiz Şeyler

Bu yazıda U.F.O. fenomeninin ne olduğunu inceleyeceğiz. Önce U.F.O. ne demektir ona bakalım. U.F.O. gavurca "Undefined Fucking Objects" kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiştir. Türkçe anlamı ise "Koduğumun Uçan Şeyleri". Türkçesini kısaltırsak "K.U.Ş." Ama Türkiyede K.U.Ş. bildiğimiz kuş anlamına geldiğinden ve moda olmadığından biz gavurcasını, yani U.F.O.'yu kullanacağız. UFO adından da anlaşıldığı gibi ne idüğü belirsiz uçan şeyler demektir. Yani bişeyin UFO olabilmesi için once uçması ve ne idüğü belirsiz olması şarttır. Mesela uçaklar UFO değildir, çünkü ne oldukları bellidir. Bülent Ersoy da UFO değildir. Ne idüğü belirsiz olmasına rağmen uçamadığından UFO olamaz. Yani illaki uçacak ve ne olduğu belli olmayacak! Dünyada yapılan UFO ihbarlarının %95'nin kuş sürüsü, balon, uçak, bulut v.s. gibi normal şeylerdir. %5'lik kısım ise muammalarla doludur. Bizi de ilgilendiren işte bu %5lik kısımdır.

TANRILARIN ARABALARI:

UFOcuların kutsal kitaplarından biri. Erik Von Daniken adında bir uyanık tarafından yazılmıştır. Bu kitapta Erik Von Daniken (ona kısaca Erik diyebiliriz) çok eski zamanlardan beri uzaylıların dünyaya geldiğini arkeolojik buluntularla ispat etmeye çalışmaktadır. Mesela Mısırdaki piramitleri uzaylılar yapmıştır. Sadece piramitler değil Çin Seddi, Maya ve İnka şehirleri, And dağlarının tepesindeki devasa resimler, İngilteredeki Stonehenge (Peri Bacaları, Pamukkaledeki Travestiler (bazıları traventen de der), v.s. v.s. Bunların hepsini uzaylılar yapmışlardır. Uzaylıların başka işi gücü olmadığından dünyaya gelip taştan topraktan şeyler yapmaktadırlar. Şimdi Eriğin iddialarını ayrıntılı biçimde inceleyelim:

Piramitlerden Örnekler

Eriğin İddiası: Mısır piramitleri milyonlarca taş bloğun üst üste konmasıyla yapılmışlardır. Bu kadar taşı düzgünce kesip piramit yapmak insanların işi olamaz. Uzaylılar bu taşları laserle kesmişler ve üstüste dizmişlerdir.

Doğrusu: Eğer piramitleri Eriğin iddia ettiği gibi uzaylılar yapmış olsaydı, piramitin inşaati birkaç hafta ancak sürerdi, fakat ortalama 30 yıl sürmıştür. Demek ki uzaylılar çalışmak yerine dötlerini devirip yatmışlardır. Oysa bu taşları binlerce amele çok uzaklarındaki taşocaklarından anaları ağlayarak çıkarmış, yontmuş, taşımış ve üstüste koymuşlardır.

Eriğin İddiası: Piramitlerin taban alanının yüksekliğiyle toplamının 120.000.000'la çarpımı dünyanın güneşle olan uzaklığını vermektedir. Bunu o zamanın adamları nereden bilecek? Bunu ancak uzaylılar bilir.

Doğrusu: Ulaşmak istediğiniz bir sayıya çeşitli denklemler kullanarak ulaşabilirsiniz. Mesela Bülent Mersoyun'un dötünün yarıçapının karesinin memelerinin yüksekliğine bölümünün 100.000.000'la çarpımı da dünyayla güneş arasındaki mesafeyi verir. Bülent'in dötünü de mi uzaylılar yapti?

Eriğin İddiası: Maya, Aztek, İnka gibi eski Amerikan medeniyetlerini uzaylılar kurmuşlardır. Onların da binaları piramit şeklindedir. Sirius yıldızını da biliyorlardı. Bunlar çok mükemmel takvimler yapmışlardı. Ve muazzam bir medeniyet kurmuşlardı. Uzaylılar yardım etmese NAH yaparlardı.

Doğrusu: Uzaylılarda piramit saplantısı var herhalde. O piramitlerde rahipleri tanrılara binlerce insanı kurban ediyolardı. Sirius yıldızını tabii biliyorlardi, çünkü göğe bakan herkes bilebilir (Sirius nedense UFOcuların en sevdiği yıldizdır, nereden öğrendilerse). Tarım toplumu olduklarından iyi bir takvim geliştirmişlerdi. Eski Amerikan medeniyetleri çok gelişmiş oldukları halde tekerleği bilmiyorladı. Demek ki uzaylılar da bilmiyordu. Ama uzay gemileri tekerlek şeklinde. Allah Allah!

Eriğin İddiası: And dağlarının tepesinde bulunan Nazka'daki devasa kertenkele, kuş, yılan resimleri uzaylıların yollarını bulabilmeleri için yapılmış şekillerdir. Bunlar yerden bakıldığında hiçbir anlamı yoktur. Bunların tadına varmak için havadan bakmak lazımdır. İnsanlar böyle şeyleri niye yapsınlar ki, böyle salak şeyleri ancak uzaylılar yapar.

Doğrusu: Uzaylıların radarı falan yok herhalde. Koskoca uzayda nasıl dolaşıyorlar da, dünyada kayboluyorlar. Bu resimlerin niye yapıldığını arkeologlar hala araştırıyorlar. Bulana bizden bir adet kesmeşeker.

Eriğin İddiası: Mağaralardaki ve tapınaklardaki astronot ve uzay gemisi resimleri ilkel insanların uzaylıları gördüğünün en kesin kanıtıdır.

Doğrusu: Bu resimler her anlama gelebilecek resimlerdir. Mesela mağara duvarındaki kocakafalı adam resmi astrontu temsil etmektedir. Buna sebep çizenin beceriksizliği degil uzaylılarin dünyaya gelmeleridir. Yine tapınaklardaki kargacık-burgacık adam resimleri de uzay gemisine binmiş uzaylı resimleridir. Resimlere dikkatli bakınca adamın uzay gemisine değil tombul bir hatuna binmiş olduğu görülür.

Eriğin İddiasi: İnsanları uzaylılar imal etmişlerdir. Uzaylılar maymunları genetik işlemlerden geçirerek insan haline getirmişlerdir. İnsanlar aslında uzaydan gelenlerin torunlarıdır. İnsanlar gerizekalı yaratıklarken onların genlerini değiştirerek evrimlerini hızlandırmış ve modern insanı yaratmışlardır.İnsanlar uzaylılar gelmeden önce kendi kendilerine evrim geçirip bu hale gelmişlerdir. Cennet uzayda bir gezegendir. Adem ve Havva aslında uzaylıdır. Sirius yıldızının bir gezegeninde yaşayan atalarımız bu gezegenin yok olmasi üzerine bu dünyaya gelmişler ve kendilerini dünyanın şartlarına uydurmuşlardır.

Doğrusu: Erik, bu mevzuuda tam anlamıyla sıçmıştır. Yukarıda görülen ve birbiriyle anormal şekilde çelişen bu fikirlerin hepsi Eriğin iddialarıdır. Uzaylılar insan yaratmak için maymun yerine sığırları seçselerdi acaba neye benzeyecektik. Niye elin gezegeninde insanı yaratıyorlar? Başka işleri mi yok? insanların nasıl yaşadığından onlara ne? Madem geliyolar o zaman neden piramit gibi hiç bir işe yaramayan şeyler yapıyorlar? Nil taşınca bir sürü insan ölüyor. Piramit yapacağına, o taşlarla set, baraj falan yapsalar ya. Böyle şeyler yapmazlar, niye? Çünkü evrensel kanunlara (?!) göre gezegenlerdeki medeniyete müdahale etmek yasak. Madem yasak ne diye gelip piramit, kuş resmi, heykel falan yapıyorlar? Neden insanların genleriyle oynuyorlar? Hade ulen!!!